Türkiye, bir taraftan cazibe merkezi bir ülke olarak, hem Doğulu devlet adamlarının işbirliği ziyaretlerinin odağı olmaya, hem de Batılı devletlerin devlet adamlarının ilgisini çekmeye, ziyaretçi trafiğinde sıkışıklıklar yaşamaya devam ederken, bir taraftan da “içeriden ve dışarıdan saldırılar altında olan” bir manzara arz etmektedir.
Bunun sebebi açıktır: Türkiye, gidişatından rahatsız olan devletlerin bile dikkatle izlediği bir ülkedir ve hiç kimse bu ülkeyle ilişkilerini askıya almayı istemeyecektir. Öyle ki, Türkiye’nin Ortadoğu ve Türk Dünyası siyasetinden memnun olmayan “Batı sistemi”, bu rahatsızlığını Suriye’de, Irak’ta, Kürt Meselesi’nde açık açık ortaya koymasına rağmen, en azından bu bölgede Türkiye’siz hiçbir şey yapılamayacağının da farkındadır.
O halde mesele nedir? Batı sistemi neyin pazarlığını yapmaya çalışmaktadır dersiniz? Açıktır ki, hangi konu konuşulursa konuşulsun, “Batı sisteminin patronajının” esas hassasiyeti bölgedeki statünün değişmesi ve İsrail üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu bakımdan, bilhassa Çözüm Süreci’nde yapılmak istenen “toplumsal barışın” sadece Türkiye’nin meselesi olmadığını, Kuzey Irak’ı ve Irak’ın tümünü, Suriye’nin Kürtlerini, Türkmenlerini, Araplarını yani Suriye halkının geleceğini ilgilendirdiğini gözden kaçırmamak gerekir.
Bu sebeple, Batı sisteminin bölgedeki servislerine, çeşitli elemanlarına ve Türkiye’deki bazı gazeteci/aydınların “Çözüm karşıtı” kışkırtıcı söylem ve önerilerine itibar etmemek, Çözüm’den yana olmak ahlaki ve milli bir tavırdır.
Peki, Batı Sistemi’nin ‘üst aklı’ neden rahatsızdır? Onun bölgedeki konumunu sarsan, gelecekle ilgili daha da kaygılandıran, İsrail’le ilgili endişe duymasına yol açan olaylar nelerdir? Bu soruların cevabını üç mesele etrafında verilebileceğini düşünüyorum:
Birinci mesele Türkiye’nin demokratikleşme yoluyla yaşadığı değişimdir. Burada hipotezim gayet açıktır: Sıkça üzerinde durduğum gibi, Türkiye demokratikleştikçe bu sürecin siyasal aktörleri “devletle toplum arasındaki tarihsel çelişkiyi” çözmek mecburiyetinde kalmalarıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, siyaseten bu kadar saldırıya uğramasının içsel nedeni “tarihin önüne koyduğu bu çözüm”dür.
Demokrasi güçleri devletin, toplumun kimlik yapısını oluşturan bu temellere karşı, onunla çelişen ve onunla mücadele eden “formasyonunu değiştirdikçe” halkla daha fazla bütünleşmekte, giderek daha da güçlenme imkânı bulmaktadırlar.
Batı sisteminin rahatsızlığı
İkinci mesele, ekonomik gelişme ve kalkınma konusuyla ilgilidir. Türkiye’nin kalkınma hamlesinin başarılı olmasının birinci yönü, konjonktürün sunduğu imkânları değerlendiren “ekonomi politikalarıdır” ve yönetimdir. Diğer yönü ise, demokrasi sayesinde harekete geçmiş olan küçük ve orta çaplı kuruluşların ve sivil girişimcilerin üretime girmesidir. Bunun birçok sebebinden bahsedilebilir; şehirleşme, dışa açılma, serbest rekabet, üretimin teşvik edilmesi, vb. Bütün bunların kaynağında ise iki unsur çok önemlidir; birincisi “siyasi istikrar”, diğeri ise “güven duygusudur”. Ekonomide büyümeyi besleyen toplumsal sürecin temelinde bunlar vardır ve bu iki faktör, sürekli olarak bir “gelecek ümidi” yaratmaktadır. Bunun sonucu olarak dinamik bir ekonomi söz konusu olmuştur.
Üçüncü mesele, “bağımsız dış politika” anlayışıdır. Türkiye demokratikleşerek halkıyla bütünleştikçe, ekonomik kalkınmasıyla öz güveni yükseldikçe, dış politikasını “Batılılaşma gibi bir ideolojik çerçeveden” çıkarıp, jeo-kültürel/tarihsel/küresel dinamikleri esas alan parametrelere dayandıran yeni bir dış politika inşa etmiştir. Erdoğan-Davutoğlu çizgisinin, neden bu kadar tepki çektiğini bu üç mesele üzerinden bakınca daha iyi görmek ve anlamak mümkündür. Bir başka ifadeyle, bu yeni siyasete saldırılması sebepsiz değildir.