Kapitalizmin özü filozofun ‘otomatik özne’ dediği sermayenin hareketidir. Kapitalizmde sermaye sürekli büyümek zorundadır. Bu büyümeyi emek sayesinde gerçekleştirir. Bu sistemde sermayesi olmayanlar açlıktan ölmemek için çalışırlar. Ama insanlar sermaye çarkının birer dişlisi olmakla kalmazlar, yaşam biçimleri de değişir.
Sistemin ortasında meta fetişizmi (putçuluğu) vardır. Ürünlerin gerçek kullanım değeri ile piyasadaki değişim değerindeki fark da bir cins putçuluktur. Örneğin hiçbir kullanım değeri olmayan bir litre kolanın değişim değeri, kullanım değeri yaşamsal olan bir litre sütten daha yüksektir. Her meta, değişim değeriyle ölçülür ve insan emeği de bir metadır. İnsanlar iş pazarında kendi emek güçlerini bir meta olarak satarlar.
Her sistemde kendine özgü bir toplumsallaşma vardır. Toplumsallaşma bireyin aile ve okul ortamından çıkıp bir yetişkin olarak topluma katılması, düşünce ve davranış yapısının toplumla olan ilişkileri çerçevesinde şekillenmesidir. Kapitalist toplumda birey, sermaye çarkının bir dişlisi olduğu ve emeğini meta olarak satmak zorunda kaldığı için kültürü, alışkanlıkları, yaşam biçimi ve değerleri de bu çerçevede oluşur. Sanayi ürünleri gibi tek tipleşir, konfeksiyon mamulu olur. Kapitalizm insanı kolayca değiş tokuş edilecek, yoğrulabilecek, ambalajlanabilecek, nakliyesi kolay bir meta haline dönüştürür.
İşte bu nedenle, kapitalizm insanları dinsel, etnik, ulusal hatta cinsel aidiyetlerinden serbestleştirir. Onları izole bireylerden oluşan bir yığın haline getirir. Kapitalizmin kurucularının ‘homo economicus’ dedikleri insan tarifi icabı egoisttir. Adam Smith’in kendine örnek aldığı düşünürler insanların iyiliğinden yola çıkarak bir yere varmanın mümkün olmadığını, insandaki temel zaafların ve kötülük eğiliminin kullanılıp sisteme kanalize edilmesi sayesinde zenginleşmenin sağlanacağını söylemişlerdir.
İşte sol, aidiyetlerinden arındırılmış özgür bireyi savunduğu, ‘benim vücudum benim hakkım’ ilkesine dayandığı, dine, inanca, geleneklere, aile ve topluluk dayanışmasına karşı mücadele ettiği ölçüde kapitalist üstyapının avukatından başka bir şey değildir.
Türkiye’de ve dünyada birçok insan sol ile sosyalizmi aynı şey sanır. Halbuki 19’uncu yüzyılda sol denilince radikal veya liberal olarak adlandırılan kapitalizm yanlıları anlaşılmaktaydı. Fransız bayrağındaki mavi solun rengidir, beyaz sağın, kırmızı sosyalistlerin. Sözcük anlamı toplumculuk olan sosyalizm kapitalizme şiddetle karşı olduğu için 19’uncu yüzyıl boyunca sol ile arasına kesin bir çizgi çekmiş, solun radikal ve liberal çizgideki mücadelesine asla destek vermemiştir. Ancak kapitalizm hem ekonomide hem de kültürde zaferini ilan edince sosyalizm solun peşine takılmış ve giderek yok olmuştur. Sosyal demokrasi ise sosyalizm değil ılımlı kapitalizmdir. Rusya, Çin ve benzer ülkelerde görülen sosyalist iddialı hareketler bir an önce kapitalizme geçebilmek için sermaye birikimi sağlamaya çalışan despot sol hareketlerdir. Bunlara ‘yetişme kapitalizmleri’ denilmektedir.
Türkiye’de insanlara Avrupa’daki ‘sosyalist partiler’i model olarak gösterenler var. Oysa onların artık sadece adı sosyalisttir. Örneğin Tony Blair en az Bush kadar korkunç bir militarist ve kapitalisttir. Fransa’da milyonlar işsizlikle boğuşurken sosyalistlerle sağ arasında homoseksüellerin evlenme hakkı dışında hiçbir fark yoktur.
Fransa’da antisemitizmin tartışıldığı 1905’teki Dreyfus olayından 2005’e dek kapitalizmin tartışılmaz egemenliği nedeniyle eleştirel sosyalizm de, kapitalizm karşıtı diğer akımlar da çok cılız kalmıştır. Ancak, özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra kapitalizmin derin ve köklü bir eleştirisi yönünde çabalar yoğunlaşmıştır. Bizim aydınlarımız kapitalizmin cumhuriyetçi aşamasında darbelere karşı mücadele verirken liberal aşamanın gerçekliğine yeni ulaşabildiklerinden bu gelişmeleri izleyemiyorlar. Bu nedenle, okuyucularımı aydınlatmayı bir borç bildim.