Bir sinema izleyicisi olarak gerçek olaylardan esinlenerek kaleme alınmış ya da sinemaya uyarlanmış hikâyelerin yönetmen veya oyuncu için daha farklı bir büyüsü olduğunu düşünmüşümdür. Her zaman gerçeğiyle kıyaslama durumu olduğundan, yaşanmış bir olayı etkileyici bir görsellikle sunabilmek ve gerçek bir karaktere hayat vermek daha doğrusu etkileyici bir biyografi filmi çekebilmek diğer türlere göre nispeten daha özgün bir bakış açısı gerektiriyor. The Blind Side, Into the Wild, Spotlight, A Beautiful Mind…
İlk aklıma gelen ve olayların arka planında olup bitenleri, karakterlerin yolculuğunu en akılda kalıcı şekilde anlatan filmlerin başında gelir benim listemde. Bu listeye bir ilave olur mu diye beklediğim, Ridley Scott’un yönettiği suç gerilimi ‘All the Money in the World’ (Dünyanın Bütün Parası) nihayet bu sorularıma cevap olarak vizyonda…
Film ilk önce Kevin Spacey’in malum taciz suçlamalarından dolayı kadrodan çıkarılıp yerine apar topar Christopher Plummer’ın gelmesiyle doğan ekstra çekimler ve bütçe haberleriyle dikkatimizi çekmişti. Şimdi filmi izleyince başka nedenlerle de olsa Spacey yerine Plummer’ın gelişinin oldukça isabetli bir seçim olduğunun farkına varırken aslında dramatik yanı bu kadar güçlü bir hikâyenin etkileyiciliğinin bir miktar yetersiz kaldığını da görüyoruz. John Pearson’ın 1995 yılında yazdığı kitaptan uyarlanan filmde, kaçırılan 16 yaşındaki torunu için fidye olarak istenen 17 milyon doları vermeyi reddeden Amerika’nın sayılı zenginlerinden John Paul Getty ile oğlunu kurtarmak isteyen bir annenin çabası anlatılıyor.
TEMPOSU DÜŞÜK GERİLİM
Filmde, cimriliğinden dolayı torununun kaçırılışıyla ilgilenmeyip eğer fidyeyi verirse diğer on dört torununun da kaçırılmasına zemin hazırlayacağını söyleyen J.P.Getty’nin beş ayın ve İtalyan mafyası tarafından gözdağı olarak gönderilen kesilmiş bir kulağın ardından fidye vermeye ikna oluşunu hayretle izliyoruz. Ne var ki zaten konunun kendisi ilginç olduğundan, ne filmin senaryosunda, kurgusunda ne de Christopher Plummer hariç oyunculuklarda iz bırakacak bir dokunuş var.
Plummer yaşının da getirdiği inandırıcılıkla Spacey’e uygulandığı gibi ağır bir plastik makyaja gerek duymadan kibirli milyarderi oynarken, Michelle Williams ve Mark Wahlberg nispeten sıradan performanslar sergiliyor. Filmde asıl dikkat çeken şey ise farklı bir yan rolde karşımıza çıkan Fransız oyuncu Romain Duris. Kostümler ve görüntüler dönemin atmosferini yansıtmada başarılı iken yapımın temposu benzer rehine ve gerilim filmlerine kıyasla sürükleyiciliği uzun süre sağlayamıyor. Bu nedenle de film aslında daha üst sıralara oynayabilecekken potansiyelini kullanamayıp kendine ortalama bir yer buluyor.