Eğer Suriye meselesi bugün yakın tarihin en büyük insanlık dramlarından biri haline gelmişse, bunda Batı’nın özellikle ABD’nin büyük bir sorumluluğu vardır. Suriye’de halkın BAAS rejimine karşı başlattığı sivil muhalefet silahla kanla bastırılmaya, susturulmaya çalışıldığı zaman, bu mazlum halk karşılık vermek mecburiyetinde kalıp, Özgür Suriye Ordusu şeklinde örgütlenerek ortaya çıktığında, bu yapıya yeterli destek sağlanmış olsaydı bugün durum tamamen farklı olabilirdi.
O zaman BAAS rejimi çöker, yerine muhtelif unsurlardan oluşan demokratik bir geçiş hükümeti kurularak milyonlarca insanın ülkelerini terk etmesi gibi büyük bir felaket yaşanmayacağı gibi, DAEŞ denilen vahşetin bu topraklarda yayılması da söz konusu olmayabilirdi. En büyük kötülüğü İslam’a yapan bu barbarlar, El Muhaberat tarafından muhalif unsurların eline geçen veya muhalefete destek veren yerlere yönlendirilerek, rejimin birlikte PKK/PYD üzerinden de destek sağlanarak, BAAS’ın hayat alanının genişlemesine hizmet etmektedirler.
“Batı’nın Esed rejiminin ayakta kalıp kalmaması konusunda tereddüde düşmesi, muhalif unsurların yalnız bırakılması, bölgeye barışın hakim olmasını isteyen, bu ülke halkının insanca yaşamasına destek veren herkesin ağır bir yük altında kalması, herhalde sadece Suriye rejiminin ve onun istihbarat unsurlarının bir oyunu olarak açıklanamaz.”
Kim ne istiyor?
Ortadoğu siyasetinin geleceği üzerinde bugün söz sahibi olmak iddiasında olan ülkeler bellidir. Bunlardan biri İran’dır ve bu ülke Batı’nın yanlışlarını kullanarak bir taraftan bölgenin demokratikleşme sürecinin önünü kesmeye çalışırken, otokratlar hâkimiyetine dayalı bir siyasi yapıyla farklı bir yönetim modelini temsil etmektedir. Öte yandan bu siyaseti mezhep üzerinden bölgeselleştirmek istemektedir.
Bu yönüyle bakılırsa İran’ın sadece demokratik olmayan bir gelecek projesini temsil ettiği söylenemez, bu ülkenin hâlâ tarihsel, kültürel bölünmeler etrafında şekillenmiş bir mezhep siyasetini 21. yüzyılda diri tutmaya çalışması da, geri bir anlayışı yansıtan ciddi bir sorundur.
Ortadoğu’nun geleceğinde Rusya’nın yeri ne olacaktır? Aslında bu soru Rusya’nın bugünkü davranışlarıyla cevap vermeye çalıştığı bir sorudur. Eski siyasi sınırların hızla anlamını kaybettiği bu coğrafyada, Rusya’nın yer almak istemesi sürpriz olmadı. Sovyet devrimi yüzünden birinci savaşın Ortadoğu haritasının çiziminde rol alamayan Rusya’nın, ne yapıp edip bu defa ‘ben varım’ diyeceğini tahmin etmek zor değildi, fakat Putin’in kendini hâlâ iki kutuplu dünyanın kutuplarından birinin başı olarak görmesi veya öyle davranması doğrusu sorunlu bir durumdur.
Yeni Ortadoğu yeni dünya
Bölgenin geleceği için Türkiye’den başka, demokrasi, modernleşme, kalkınma eksenli bir siyaseti temsil edebilecek, bunu bölge ülkelerini ele geçirme, iç işlerine müdahale etme amacı olmaksızın, onlarla işbirliği ve dayanışma içinde geleceğe taşımak isteyen başka bir ülke bulunmamaktadır.
Batı'nın bugüne kadar izlediği tutarsız Suriye siyaseti, bölge konusunda eski bağımlılık ilişkilerini sürdürme arayışı ‘yeni bir Ortadoğu’ anlayışından uzak olunduğunu gösterdi. Bu ülkelerin halklarının iradelerini hesaba katmayan bu tutum, başta İran olmak üzere, bölgede yeni bir yayılma, hakimiyet kurma girişimlerine cesaret vermekten öteye bir sonuç vermemiştir.
“Bugün Suriye, Irak başta olmak üzere bütün bölgeyi tehdit eden terörün yaygınlaşması konusu da dâhil olmak üzere, ‘neden böyle oldu?’, sorusunun cevaplarından biri, belki de esas üzerinde durulması gerekeni, dünya sisteminin ve onun kurumlarının sorun çözme gücünün kaybetmiş olmasında aranmalıdır. Bu soru, bize yeni bir dünya kurulması gerektiğini hatırlattığı gibi, artık bütünüyle işlevsiz hale gelen kurumlarının tasfiye edilerek yenilenmesinin hayati bir mesele olduğunu işaret etmektedir.”