1
Geçenlerde anlattı dostum Enver; nereden nasıl geldik, nereye gidiyoruz, durduğumuz yerin hali ahvali nicedir..? Soruları altında yaptığımız sohbetlerin birinde. “80’li yılların başıydı. Hani idam cezaları verilirken ‘bir sağdan, bir soldan’ diye adaletli işler (!) yapıldığı yıllar. Perşembe Pazarı’nda bir işyerinin muhasebe departmanında çalışıyordum. Muhasebe ofisi dükkanın asma katındaydı. Telefonla konuşuyordum. Nedense patronum alt kattan nefes nefese benim olduğum yere çıkarak ‘ne yapıyorsun?’ diyerek bana çıkıştı. ‘Hayrola Hacı abi, bir şey yapmadım, ne oldu?’ diye sorduğumda, patronum daha öfkeli bir sesle ‘aşağıda bir subay var, malzeme almaya gelmiş, sen burada Kürtçe konuşuyorsun…’ mesele anlaşılmıştı, suçum belirlenmişti ne de olsa, bu nedenle sakin bir şekilde ‘kusura bakma Hacı abi, halamla konuşuyordum, halam da Türkçe bilmiyor...’ Bunun üzerine patronum ‘bak Enver seni severiz, ama biraz daha dikkatli ol, subayın mal alıp/almaması önemli değil ancak başımızın belaya girmesini istemem’ deyip aşağıya inmişti.
Aradan 20 yıldan fazla bir zaman geçmiş, 2000’li yılların ortalarına gelmiştik. Bir gün Beykoz Çavuşbaşı Belde Belediyesi’ne gitmiştim bir iş için. Dönüşte bir araba yanımda durdu, ‘nereye gidiyorsun?’ diye seslendi. ‘Çarşıya gideceğim’ deyince beni arabasına aldı. Aracın teybinde Karadeniz yöresinden türküler çalıyordu, ‘Hacım, herhalde memleket Karadeniz’ dedim laf açılsın kabilinden. ‘evet’ diye cevap vererek o da bana sordu ‘sen nerelisin?’, hani hep öyle olur ya. ‘Doğuluyum, Bitlisliyim’ dedim demesine de, araba birden kontrolden çıkar gibi oldu, gayri ihtiyari adamın yüzüne baktığımda renginin sapsarı olduğunu gördüm. ‘Hayrola hacım, fenalaşmış gibisin, bir şey mi oldu?’ Adamın rengi yavaş yavaş yerine geldi, bir müddet sessiz devam ettik ve sonra, kısık bir sesle dedi ki, ‘Oğlum Bitlis’te teröristler tarafından şehit edildi…’
Yıllar önce Kürtçe konuştuğum için bana haksızlık yapılmıştı. O gün yaşadığım mağduriyet ve mazlumiyet duyguları ile daha sonra yaşadığım mahcubiyet duygusunu karşılaştırma ihtiyacı duyarım zaman zaman ve her seferinde mahcubiyetin daha zor olduğunu görürüm.
Kürt kimliğini ifade etmenin yasak olduğu dönemlerde bedelini de göze alarak, biraz da yasağı delmenin zevkini tatmak için bu kimliğimi ifadeden hiç çekinmedim. Ancak bugün; evlat acısı çeken birine denk gelebilirim (yine) korkusuyla Kürt kimliğimi ifade etme hususunda çok dikkatli davranıyorum. Aynı mahcubiyeti tekrar tekrar yaşamamak için…”
Bugün, ülkemizin bir bölümünde, ortak tarihleri boyunca çeşitli sınamalardan geçmiş iki kadim unsur üzerinden, Türk-Kürt karşıtlığı üzerinden bir kaos ortamı hüküm sürmektedir.
Belli ki, devam eden hal içinde ve muhtemelen devamında en çok mağduriyet, mazlumiyet ve mahcubiyet kelimeleri kullanılacaktır.
Kuşkusuz bu kelimelerin (kavramların) her topluluğun ve bireyin hayatında anlamlı karşılıkları vardır, olmaya da devam edecektir. Ancak bütün bunların üstünde, ötesinde bir kavram, bir kelime vardır ki bugün en çok ona ihtiyacımız vardır; merhamet. Devlet katından en kıyıdaki ferdine kadar bize en çok yakışacak kelimedir merhamet. ‘Ümmeti merhume’ (rahmete mazhar millet) olmak, olmaya çalışmak, hayat-memat meselesi mesabesinde değil mi bugün?