“Suçların işlenmesine mani olan husus, cezaların şiddeti değil muhakkak oluşlarıdır. Mutedil, fakat muhakkak olan bir ceza, müthiş fakat kurtulma ümidi veren bir cezadan daha tesirlidir” der, 18. yüzyılın büyük ceza hukuku, filozof, politikacısı ve aydınlanma düşünürlerinden Cesare Becaria.
Cezaların şiddetini arttırmak bazen gerekli olabilir. Zira cezanın miktarı eğer suç işleyen veya işleyecek olan kişiler, kâr-maliyet hesabı yaptıklarında, göze alınabilir mahiyette ise, cezanın muhakkak oluşu caydırıcı olmayacaktır. Örneğin adam öldürme cezası 4-5 yıl olarak tayin edilirse, bunun caydırıcı olacağını iddia etmek çok mümkün değildir. O halde suç ve öngörülen ceza arasında adil bir ölçüyü tayin etmek çok önemli. Suça öngörülen ceza caydırıcı olacak kadar yüksek, zulme yol açmayacak kadar da ölçülü olmalıdır. Anayasa Mahkemesi haklı olarak bu iki sınır arasında hangi suça hangi cezanın verileceği hususunun tamamen yasa koyucunun takdirinde olduğunu belirtir.
Ancak günümüz modern devletlerinde mesele sadece o değil. Özellikle Türkiye’de sorunun kaynağı suç ve ceza arasındaki denge veya dengesizlik değil. Suça verilen cezanın uygulanmasında yaşanan sıkıntılardır. Bazı failler bakımından cezaların pratikte neredeyse uygulanamıyor olmasıdır, cezalandırma sisteminde fiili ve yasal ayrıcalıkların fazlalığıdır. Bazı suçlarda, kolluğun veya yargının gerekli özeni göstermiyor oluşu, kısacası cezaların “muhakkak” olmayışları, bunun sonucu olarak da faile “kurtulma ümidi” vermeleridir.
Bu tespiti pek çok alanda yapabiliyoruz. En son Özgecan cinayeti nedeniyle yeniden kamuoyunun gündemine oturan kadına yönelik şiddet konusunda çokça rastlıyoruz.
Verilen tepkilere bakalım. Kimi bakanlar idam cezasının geri getirilmesini tartışmaya açtı. Gazeteler suçluları buldu, yargıladı ve gereken cezayı verdi. Öfkeyle hareketlenen sokaklarda linç çağrılarına şahit olduk.
Basının uzun süredir adil bir yargılamayı imkânsızlaştıracak düzeyde yargıçlığa ve savcılığa soyunma konusunda ölçüyü iyice kaçırdığı, insanları kişilik linçine uğrattığı bilinen bir gerçek. Gazeteler ve ekranlar mahkeme salonuna dönüşmüş vaziyete. Herkes avukat, herkes savcı, aynı zamanda hâkim. Medya bu sayede konu sıkıntısı yaşamıyor olabilir. Günü kurtarabilir. Ama bunun ahlaki ve hukuki sorumsuzluk örneği olduğu çok açık.
Kamuoyuna yansıyan davaların tartışılması şart. Bununla birlikte kendini hâkim ve savcı yerine koyup ahkam kesmenin ve hüküm koymanın, toplumsal öfkeyi kabartması ve linç atmosferinin hâkim kılınmasını kolaylaştıracağı da göz ardı edilmemeli.
Bu atmosfer bir yargıcın kararında bir günlük dahi olsa ceza artırımına neden oluyorsa, adalet kaybetmiş, ilkel intikam duyguları zafer kazanmış demektir.
Bu bir yana...
Linç, cezaların muhakkak olmayışları nedeniyle toplumda kaybolan güven duygusunun da bir ifadesidir. Cezalar, Beccaria’nin ifadesiyle, muhakkak değilse, suç işlenmeye mani olmaz.
Cezanın muhakkaklığı, onun şiddetiyle ilgili değil etkililiğiyle ilgilidir. Etkililik uygulamayla ilgilidir. O da uygulayıcıya işaret eder. Uygulayıcı dediğimizde de sistem, yani teşkilat karşımıza çıkar.
Kolluk sistemi suçla mücadelede etkin değilse, toplum kendi başına suçla mücadele etmenin yollarını bulmaya çalışır. Bu da linç ile sonuçlanır.
Adalet sistemi etkin değilse, yargılama hızlı bir şekilde, kamuoyunun vicdanını tatmin edecek şekilde karar tesis edemiyorsa, toplum adalete güven duymaz. Duymadığı zaman da hakkını aramak veya öfkesini dindirmek için alternatif yollara müracaat eder.
Cezaları muhakkak kılmanın yolu, cezaların şiddetini artırmaktan çok, yargı ve kolluk sistemini etkin kılmaktan geçer.
Bunun da gelip dayandığı temel başlığın “anayasal düzen değişimi” olduğunu söylemeye gerek yok.