Kendisi için Kanadalı sinema dehası desek aslında fazlaca abartmış olmayız. Daha otuzunda bile olmayan Xavier Dolan, genç yaşına rağmen kendi yazıp yönettiği ve Cannes dâhil olmak üzere uluslararası festivallerde ödüllere doymayan her biri ayrı tatta ve özgünlükte altı sinema filmini kariyerine sığdırabilmiş bir yetenek olunca Dolan’ı tanımlayacak daha iyi bir ifade yok gibi gözüküyor.
‘Laurence Anyways’, ‘Heartbeat’ ve ‘Mommy’ başta olmak üzere bugüne kadar izlediğimiz tüm filmlerinde zor konuları seçmek gibi bir huyu olan ve hissedilen ama dile getirilemeyen duyguları aile-kimlik-aidiyet üçgeninde doğru ve yanlışın ötesine geçerek samimi bir dille anlatan Xavier Dolan, bugün vizyona giren ‘Alt Tarafı Dünyanın Sonu’ (It’s Only the End of the World) filminde de bu geleneği bozmuyor.
Ölümcül hastalık
Fransız yazar Jean-Luc Lagarce’ın aynı adlı oyunundan uyarlanan film, yıllardır ailesini görmeyen genç yazar Louis’in ölümcül bir hastalığına yakalandığını ve artık sayılı günleri kaldığını söylemek üzere 12 yıl aradan sonra evine gitmesini konu alıyor. Ne zaman ve nerede başladığını bilmediğimiz bir hikâyenin tam orta yerinde istemeden şahit olduğumuz bir konu gibi, biz de Louis ile birlikte ailesine yaptığı bu ziyareti meraklı ama tetikte takip ediyoruz. Yıllar sonra birdenbire karşılarına çıktığı annesi, abisi, pek tanımadığı kız kardeşi ve abisinin eşiyle yenilecek bir yemek, söylenilecek son sözler, belki bir veda, biraz gözyaşı… Louis’in kendini hazırladığı ve aklındakiler bunlar; ancak onu asıl bekleyen şey ise ardında kalanlardaki kırgınlık, birikmişlik ve öfke. Yokluğunda birbirlerine tutunarak idare etmeye çalışan küçük bir ailenin, geri dönmeyeceğini düşündükleri evlatlarının gelişiyle yılların acısını ve taşıdıkları duygusal yükü artık bırakmamalarını izliyoruz. Tüm bağırış çağırışa rağmen sözcüklere dökülemeyen sevgiyi yakın plan çekimlerle tamamen karakterlerin yüz ifadelerinden okuyor olmak filmi en özel yapan şeylerden biri… Gaspard Ulliel’in etkileyici oyunculuğunun yanı sıra işlevsiz ailenin fertleri rolünde Natalie Baye, Vincent Cassel, Lea Seydoux ve Marion Cotillard ayrı ayrı büyülüyor. Evet, herkesin kolayca izleyebileceği bir film değil ancak unutulmayacak oyunculuklar ve sonrasında izleyiciyi baş başa bıraktığı zor sorularla Dolan filmografisinde özel bir yer ediniyor.
‘İstanbul Kırmızısı’
Bu hafta vizyona giren bir başka yapım ise, uzunca bir süredir merakımızı cezbeden ‘İstanbul Kırmızısı’. Ferzan Özpetek’in gözünden bir aşk hikâyesi, gişeyi garantileyecek ismi sayılır bir oyuncu kadrosuyla bir araya gelince pek tabii ki aylar öncesinden filme olan ilgi başlamıştı. Özpetek’in filmlerini büyük bir hayranlıkla birden fazla kez izlemiş bir sinemasever olarak ben de sizler gibi o meraklı çoğunluğun içindeyim. Aslında bu yazıda size ‘İstanbul Kırmızısı’ndan da bahsetmeyi isterdim; ne var ki Ferzan Özpetek’in PR’ından sorumlu olan ve ‘Arts Marketing’ yani sanat pazarlaması yaptığını düşünen kişilerin ambargosuyla, Akşam Gazetesi’ne filmin ne basın gösterimlerinde ne de galasında yer verildi. Sinema gibi farklı dünyalardan insanları mucizevi sayılabilecek bir bağla birleştirebilen evrensel bir sanata hizmet edenlerin, içinde sevginin geçtiği bir filmin tanıtım-iletişim faaliyetlerindeki duyarsız ve taraflı duruşlarını görmek ne yazık ki çok üzücü… Özpetek’in halkla ilişkilerinden sorumlu kişilere önerim bir dahaki sefere, “baştan savma ve kaçamak yanıtlar” yerine hangi medya kuruluşları ve kişilerin hedef kitlelerine girdiğini açıkça paylaşırlarsa biz de bu yaklaşımla temsil ettikleri sanatçıların çalışmaları yerine ayırt etmeden toplumun her kesimi için sinema icra etmeye çalışanların yanında yer alalım.