Kişiliğimizi nasıl oluşturduğumuza dair birçok yaklaşım var. Tabii bunun için o ilk ana, doğduğumuz güne dönmek zorunlu görünüyor. O anı hatırlamamız mümkün değil. Ancak, bir de bilinçdışı denen ince bir zara sahibiz. Belki bunu dış çevre ile bilincimiz arasındaki bir yumuşak dokuya benzetmek mümkün. İşte her şey orada verili olarak duruyor. Onu bilinç düzeyine (bizim anladığımız şekilde) çıkartamıyor oluşumuz, doğduğumuz andan itibaren yaşadıklarımızın üzerimizde etkisi olmadığı anlamına gelmiyor.
Doğum anına dair kesin olan şey, doğada dünyaya gözlerini en yetersiz şekilde açan canlı türü olduğumuz. Bir insan yavrusunun, doğduktan sonra kendi başına yaşaması mümkün değil. Bir ceylan veya balina yavrusu için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Dolayısıyla, insan yavrusu için doğum anının bir travma olduğunu söylemek mümkün. Sabit bir ısıda, her türlü ihtiyacının görüldüğü plesenta içinde yaşayan bir bebeğin, soğuk, bilinmez bir dünyaya gelmiş olması bu bakımdan travma özelliği taşıyor.
Bu nedenle anne ve aile olguları da çok önemli bir yere oturuyor. Bir hayvan yavrusunun, ya doğar doğmaz ya da türlerine göre en fazla birkaç ay veya senede anneden koptuğunu, kendi ayakları üzerinde durabildiğini biliyoruz. Ama insan öyle değil.
Aslında, insan türünün hayatı da mecazi manada anne sütünün peşinden koşmakla geçiyor. Onu hayatta tutacak tüm ihtiyaçlar insanı güdüleyen çok güçlü etkiler. Böyle yaşamsal yetersizlikle çok zor bir dünyaya göz açan insanın, bu yetersizlik duygusu ile hep kavgalı olacağı, onu yenmek isteyeceği ortada. Bir de gelecekte bir yerde, varlığı kesin olan ölüm insanı bekliyor. Yani doğmuş ve hayatta kalabilmiş insan için, ölüm tehlikesi hep cari. Bu ikilem, insan karakterini belirlemede en önemli yeri tutuyor.
İşte insanın bu zor ikilemlerle nasıl başa çıkacağı çok kritik bir durumu ifade ediyor. Kadınların bir tür avantajı var; çünkü bu yetersizlik duygusuyla daha barışık doğuyorlar. Doğurma yetisi önemli bir özellik. Erkek ise bu yetersizliğin ortadan kaldırılabileceği yanılgısına kendisini kaptırıyor.
Toplumlar ve devletler de insanlardan müteşekkil olduğuna göre, uygarlığın erkeksi olduğunu söylemek mümkün. Bir yanılgıya adanmış kör mücadelede her şeyin bu kadar sert olmasının nedeni, temelde yatan bu yetersizlik ve kifayetsizlik hissi.
Tabii sadece kadın veya erkek doğmakla otomatik olarak bu kalıba göre davranılacağı sonucu çıkmıyor. Burada genel bir insan travmasının sonuçlarından söz ediliyor ve insan seçimleriyle kendisini yönetme iradesine sahip. İşte bizim sorumluluğumuzun başladığı yer burası. Seçimlerimizden sorumluyuz. Belki de akıl, doğuştaki yetersizliğin zaafını dengeleyecek bir enstrüman olarak bizlere verilmiş.
Bu travma olmasaydı, insanlaşmamız da mümkün olmazdı.