İnsanı diğer canlılardan ayıran, üstün kılan en önemli vasfının tereddütsüz düşünme yeteneği olduğunu söylerken, düşüncenin gücünü belirtmek amacıyla, toplumlar arasındaki farkın da sahip olunan düşünce kapasitesi ve fikir üretimiyle açıklanmaya kadar götürülmesinden yanayım. Buradan hareketle toplumların; yaratıcı muhayyilesi harekete geçme yeteneğine sahip, fikir üretebilen toplumlar ve buna sahip olmayanlar olarak da tasnif edilebileceğini eklemeliyim. Bu sebeple düşünce adamlarının ölümüne hayıflanıp dururum. Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Benedict Anderson, adı milliyetçik teorileri içinde özel bir yere sahip olan akademisyen ve düşünce adamıdır. Onun ‘Hayali Cemaatler’i fikir teorileri açısından olduğu kadar ideoloji ve toplum bakımından, bilgi sosyolojisi açısından da düşünce hayatında özel bir yere sahiptir.
Tarih mi hayal mi?
Milliyetçilik düşüncesinin oluşumu, milliyetlerin oluşumundan ayrı düşünülebilir mi? Millet kavramını, onun oluşum süreçlerini ve toplumların farklı tarihsel maceralardan geçerek sahip oldukları tecrübeleri yok sayarak anlamak ta, açıklamak ta mümkün değildir. Anderson’a göre millet veya ulus inşa edilen bir şeydir. Ulusun inşa edilmesi ona göre milliyetçilik düşüncesinin eseridir. Milliyetçilik milleti ve milli devleti beraber inşa eder; bu yüzden Onun için milletler ‘hayali cemaatlerdir’.
Anderson’a göre milliyetçilik çağının sonuna gelindiği iddiaları gerçeği yansıtmamaktadır. Onun ifadesiyle; “Gerçeklik oldukça çıplak: Bunca zamandır kehaneti yapılan ‘milliyetçilik çağının sonu’ görünürde olmaktan çok uzak. Hatta ulusluk, zamanımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeri”dir. Bu konuda kitabının yeni baskısına yazdığı önsözde kendisinin de yanıldığını ifade eden Anderson, Marksist teorinin milliyetçilik düşüncesinin altında kaldığını söylerken, kendisinin şaşırmasına sebep olan olayları şöyle açıklar. “O zaman beni ürküten olasılık, sosyalist devletler arasında yeni büyük savaşların çıkmasıydı. Şimdi bu devletlerin yarısı ‘Tarih Meleği’nin ayaklarının dibinde duran enkaza karıştı, gerisi de yakında onları izlemekten korkuyor. Kalanların yüz yüze kaldığı savaşlar ise iç savaşlar. Yeni bin yılın başında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden, cumhuriyetler dışında pek az şey kalacağa benziyor.” Bu satırların yazıldığı tarihin henüz 1991 Şubat’ı olduğunu hatırlarsak, üstadın öngörüsünün çoktan gerçekleştiğini, hatta aşıldığını söylememiz gerekir.
Değişmeyen gerçek!
Düşüncenin gelişmesi bir çağın açılıp bir başka çağın kapılarının kapanmasının başlıca itici gücüdür. Bir çağa hâkim olan paradigmadan, zihniyet biçiminden, entelijansiyanın kendi iç dinamizminden, eleştirel bakış açılarından beslenmeyen bir ortamda, yaratıcı muhayyilenin harekete geçmesi mümkün değildir. Bilimsel düşüncenin ilerlemesinin kalıplarını keşfetmeye çalışan Thomas Khun, bize düşünmenin zamanın ruhuna uygun seyrettiğini, bunu değiştirecek yeni bir paradigma ortaya çıkıp eskisini yıkana kadar o ruha hapsolarak kendisini ürettiğini söylemişti. Benedict Anderson milliyetçilik düşüncesinin zamana hükmettiğini, o kadar ki Marksist düşüncenin dahi milliyetçiliğin siyasal/toplumsal kalıpları içinde kaldığını, Marx’tan örneklerle gösterir. Ona göre Marx da gecikmiş de olsa Batlamyusçu paradigma içindedir. “Bilimsel düşünce devriminde kendisini Kopernikçi olarak tanımlayan Anderson, ulusu ‘hayal edilmiş bir siyasi cemaat’ olarak tanımlarken, bu hayalin bir gerçeklikle tarihsel-kültürel bir inşa süreciyle ilişkisini elbette yok saymıyordu, fakat ilişkiyi hayalden gerçeğe doğru kurarak ideolojinin kurucu rolünü başat bir yere taşımış olmuyor muydu? Şüphesiz arkada tartışılacak fikirler bırakmak güzel bir iştir. Cemaatlerin hayali olması gerçeği değiştirmeyecektir, ölüm bambaşka bir hakikattir.”