“Sosyal hayatın ve devlet faaliyetlerinin her alanında son söz, hâkimindir.”
Yargıtay Başkanı Ahmet Recai Seçkin’in konuşmaları üzerinden 27 Mayıs sonrası yargı ideolojisinin şekillenişini ele alıyorduk. Emekli olmadan önceki (1964) son konuşmasındaki bu ifade aslında 27 Mayıs paradigmasının taçlanışıdır. Zira Seçkin’in 1961 Anayasası’nın yargıya ilişkin kısmını biçimlendirdikten sonra paradigmanın teorisini de üretmeliydi.
Bu konuşma bu yüzden çok önemli.
Bir ülkede sosyal ve siyasal hayatın her alanında son sözün hakime ait olması ne anlama geliyor? Herhalde bunu “egemenlik iddiası”ndan başka bir cevabı yok.
Batı’da ara sıra yargının nihai sözü söylediği ve meselenin kapandığı bağlamında benzeri ifadeler kullanılabiliyor. Ancak bunlar “hukuki uyuşmazlık” ile ilgilidir. Bununla hukuki uyuşmazlığın yargısal yolla ve tarafları bağlayıcı bir şekilde çözümlenmesi anlatılmak isteniyor, ki yanlış değil.
Oysa yargıç yargılama yaparken, “egemen” değildir. Yasa koyucunun ortaya koyduğu kriterler ve referansları kullanarak, yine yasa koyucunun belirlediği usullere riayet ederek, yasa ve anayasa çerçevesinde bir karara ulaşır. Bu karar bu “çerçeve” içinde nihai bir sözdür. Ancak yargıç, çerçevenin ne olduğu veya olması gerektiği hakkında söz sahibi değildir. Hukuk politikası yargıcın yetki alanı içinde değildir. O sadece siyasal alana aittir. Yasama organı tarafından kullanılır.
Seçkin’in konuşmasındaki ifadeye yeniden dönelim:
“Sosyal hayatın ve devlet faaliyetlerinin her alanında son söz, hâkimindir.”
Buradaki hâkimiyet, yani egemenlik iddiası,
n Hukuki uyuşmazlık hakkındaki son söz ile ilgili değildir.
n Hukuk politikası, yani hukuki çerçevenin nasıl olduğu veya olması gerektiği hakkında bir söz ile sınırlı değildir.
n Sosyal ve siyasal alanının tamamında geçerli bir hâkimiyet iddiasıdır.
Ve bu yüzden sıradan değildir. Abartılı bir yargıç egosunun ifadesi değildir.
Dikkat edelim, Cenevre Üniversitesi’nde 1936 yılında hukuk lisansı, 1939’da da hukuk doktorası yapmış, en az iki dilli (Fransızca ve Almanca) bir yüksek yargıçtan söz ediyoruz.
Faşizmin yükselişe geçtiği, demokratik siyasetin aşağılandığı bir zihniyetin altın yıllarında yapılan tahsil ve doktoradan kaynaklanan “müktesebat”ı es geçmek doğru olmaz.
Seçkin, 1961 Anayasası’nın yine kendi eseri sayılabilecek yargı kısmını yorumlarken başlığa çektiğimiz ifadeyi kullanıyor.
Dolayısıyla bu ifade 27 Mayıs ile kurumsallaşan bir paradigmayı yansıtan, onun özünü ortaya koyan bir ifadedir.
Hâkimin tüm sosyal ve siyasal alanlarda son sözü söyleme iddiası, diğer yandan bir mutlak hakikat iddiasıdır. Yeni bir metafizik yaratma çabasına işaret ediyor.
Bu da boşuna değil. Zira demokratik olmayan bir düzeni ayakta tutmak için mistifikasyona, sembolizme, ideolojik öncüllere ve modern kutsallara ihtiyaç duyulur. Yargı üzerinde bu kutsallığın sağlaması meşruiyet sorunu yaşayan vesayet sistemi için can damarı mahiyetindedir. Sonraki yıllarda her bir politik ve toplumsal sorunun nasıl yargısal alana havale edilerek çözümsüz hale getirildiği veya vesayet lehine sonuçlandırıldığı, yahut toplumsal muhalefetin yargı eliyle nasıl kriminalize edildiği hatırlardadır. Tamamı devletin adaletle, adaletin de yargıçla eşitlendiği, sonuçta yargıcın devletle ve egemen ile eşitlendiği bir zihniyetin dışavurumudur.
“Rejim ve temel ilkeler söz konusu olduğunda yargıç tarafsız davranamaz” şeklinde yıllarca yargıçlara ezberletilen sloganı işte bu kutsallık iddiasını anlatır.
Seçkin’in konuşmasındaki yargıç tanımı aynı zamanda bir ahlak abidesine işaret ediyor. Bu da boşuna değil, zira kutsalı ancak, onun şanına yakışır bir saflık ve temizlik koruyabilir.
Seçkin kadar Türkiye anayasa ve yargı ideolojisini etkileyen ikinci bir “yargıç” yok.
Devam edeceğim.