Karlı bir Ankara gününde, Ankara Kalesi’nin Hisar kapı burcundan içeri giriyoruz. Tarihi evlerin arasında yokuş yukarı uzanan dar sokaklar buz tutmuş, zorlukla yürünüyor. Bacalardan yayılan kömür kokusu genzimizi yakıyor. Yolun sağında ve solundaki hediyelik eşya dükkânlarında tezgâhtarlar mantolarıyla oturuyor. Hava o derece soğuk... Kalenin yukarısına çıkıp çıkmamakta kararsızken, surlarda yamalı biçimde duran sütun başlıkları ve lahit parçaları dikkatimizi çekiyor. Ne olduğunu anlamaya odaklanmışken bir ses ‘Roma döneminden kalma’ diye izaha başlıyor. Öylesine kitabi bir izah ki, yanı başımızdaki küçük kız çocuğundan sadır olduğuna ihtimal vermiyoruz. Fakat çevremizde başka kimse yok.
Ardından kalenin tarihçesine dair bilgileri sıralamaya başlıyor küçük kız. Osmanlı, Bizans, Roma kelimeleri sanki onun değil de, büyük bilgi birikimine sahip bir uzmanın ağzından çıkıyor. Sur duvarlarını bırakıp küçük kızın büyüleyen çehresine odaklanıyoruz. Sarı saçları belli ki, her sabah okula giderken örülmekten doğal bir dalgaya sahip olmuş. Yarı örgü, yarı açık saçları bir tatil gününün rahatlığıyla pembe bir tokayla toplanmış. Kumrala kaçan kaşlarının altında zekâ pırıltıları yayan bakışları öylesine sempatik ki, ince ellerinin zarafeti, ses tonundaki kibarlıkla birleşince, Hitit İmparatorluğu’na uzanan kale ikinci planda kalıyor.
Roma kalıntılarının hikâyesini eksiksiz anlatıp bitirince, ‘İsterseniz İngilizce de anlatabilirim’ diyor. ‘Hadi anlat bakalım’ diyoruz. Sanki kitaptan okurcasına söylediklerinin aynısını bir de İngilizce tekrarlıyor. Bir yandan da yürüyoruz. Bir kemerin altından geçerken, ‘Bundan sonra Türkçe devam edeceğim’ diyor. ‘Çünkü henüz ancak bu kadar ezberleyebildim, sizi yanıltmayayım, İngilizcem bu kadar!...’ diye ekliyor. Sempatiye dürüstlük ekleniyor. Üzerinde, poları iyice incelmiş pembe bir kaban var. Ayak uçları yıpranmış tüylü çizme, belli de ablasından kalma...
Kalenin tarihçesinden daha çok ilgimizi çekiyor onun hikâyesi... O, es verdikçe biz merak ettiklerimizi araya sıkıştırıyoruz. Hangi okulda okuyor? Kaç kardeş? Neden tarihle bu kadar ilgili?... Diziliyor peş peşe sorular ve cevaplar.... Beş kardeş olduğunu, iki küçük kardeşinin de tatillerde kaleyi gezmeye gelenlere rehberlik yaptığını öğreniyoruz.
‘Başka dillerde de anlatabilirim; İspanyolca, Fransızca, Almanca da öğreniyorum buraların hikâyesini’ diyor. ‘Japonca 4, Korece de 1 kelime biliyorum’ diye ekliyor. ‘Altı dil yani...’ diyor.
Bilgi birikiminden daha çok dikkat çeken yönü, bir yetişkin kadar olgun ve düşünceli oluşu. Karış karış bildiği sokakların her aşamasında uyarıyor bizi; ‘burada düşebilirsiniz, dikkatli olun...’ Tatlı sohbetiyle kalenin tepesine kadar çıkıyoruz. Bir ev sahibi zarafetiyle, ‘Fotoğrafınızı çekebilirim’ diyor. Eski Ankara Kalesi’ni arkamıza alarak fotoğrafımızı çekiyor. ‘Ben size hemen özetleyeyim, daha fazla üşümeyin’ diyerek Ankara’nın bütün ikonik binalarını bir çırpıda anlatıyor; Ulucanlar Cezaevi, Hacıbayram Camii, Anıt Kabir, Beştepe Külliyesi... Kentsel dönüşüm alanları... Her birini öylesine politik bir dille anlatıyor ki, ekleyeceği bir cümlenin siyasal bir yoruma uzanacağının farkında...
Gökyüzüne en yakın olduğumuz yerde ona dönüp soruyorum; Ankara dışında nereye gittin? ‘Hiçbir yere’ diyor. Sonra ekliyor, ‘Aslında bir kere annemin köyüne gitmiştik...’ Ne olmak istediğini soruyorum; ‘Turizm okumak istiyorum’ diyor, kendine tatil meşguliyeti kıldığı işi ne kadar sevdiğini belli eden bir edayla...
Küçük kız, vazifesini bitirdiğini düşünmüş olmalı ki, üşüyen ellerini cebine sokarak, müsaade istiyor. Hasta babasının yanında sobada ısınmak üzere evlerinin yolunu tutuyor. Bizse, bir çocuğun azminin, zekâsının, özgüveninin, dürüstlüğünün ve sempatik yoldaşlığının ilhamıyla Kale’den ayrılıyoruz.
Dönüş yolunda Marquez eşlik ediyor bize; ‘I·nsanlar yalnızca ve yalnızca analarının onları du¨nyaya getirdigˆi gu¨n dogˆmazlar; hayat onları kendi kendilerini dogˆurmak mecburiyetiyle yu¨z yu¨ze bırakır.’ Zor şartlarda ama olanca zarifliği ile on yaşındaki küçük kız her gün yeniden doğuyor. Eminim bir gün hedeflerine kavuşmuş olarak da doğacak. Çünkü insan bir şeye inanınca, kader de ona göre işlemeye başlıyor.
Tatillerini, başlarını telefonun ekranına gömerek geçiren çocuklara örnek olsun...