Önce Halep’te sivil halkı katliamdan kurtarma operasyonunu gerçekleştirmek, arkasından Suriye’de topyekûn ateşkesi sağlamaya dönük girişimlerde bulunmak sonra Astana’da Rusya ve İran’la birlikte bölgesel barışı planlamaya dönük hazırlıkları sürdürmek… Ve Başbakan düzeyinde Irak ziyaretinde hem Irak Başbakanı hem de Bölgesel Yönetim’le yeniden barışı kurma, bölgeyi istikrarsızlaştırmak isteyenlerin kullandığı terör örgütleriyle mücadele konusunda ortak bir zeminde buluşmak. Bütün bunların anlamı nedir, Türkiye ne yapmaktadır?
Hatırlarsınız Irak’ta o günlerde bölgeyi istikrarsızlaştırma-parçalama projesine destek vermeyen Türkiye’ye karşı Batı dünyasında bir kampanya başlatılmış, önde gelen gazetelerde, medya ortamlarında aleyhte birçok yorum yer almış, bu havanın yaygınlaştığı bir zamanda ‘Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirilmişti’. Bir anlamda ‘bize karşı olursanız sizi buralarda körleştiririz’ denilmekteydi.
Çuval kimin başında
Çünkü alışılmış düzen, Batı sisteminin bütün unsurlarının Türkiye’den ne isteniyorsa yerine getirmesi gerekliliği üzerine kurgulanmıştı. Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı’nın ‘ön güvenlik duvarı/hattı olan ülkeye verilen rol istenileni yerine getirmekle’ sınırlandırılmıştı.
“Türkiye bunun artık böyle olmadığını, böyle yürütülemeyeceğini, buna müsaade etmeyeceğini söylediği için bölgede müttefikleri tarafından yalnızlaştırılarak, hatta terör örgütlerine yardım edilerek tabiri caizse ‘terbiye edilmeye’ yeniden bağımlılık ilişkilerine tabi kılınmaya zorlanmaktadır.” Batı’nın Yeni Ortadoğu siyasetine uyumlu hale getirilmek, yeniden kontrol altına alınmak istenen Türkiye’nin verdiği cevap ‘biz sizinle aynı ittifak içindeyiz fakat size mahkûm değiliz’ şeklindedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bize diz çöktüremeyeceksiniz, bizi teslim alamayacaksınız’ diyerek açıkça meydan okuması durduk yere ortaya çıkan bir tavır değil, bir devletin en üst düzeyinde bağımsızlık iradesinin göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Bu iradenin kaynağında şüphesiz demokrasiyle güçlenmiş devlet bilinci, bölgeye karşı tarih ve kültürel bağlarla duyulan sorumluluk ve dahası büyük bir imparatorluğun içinde yüzlerce yıl birlikte yaşamış akraba topluluklara karşı duyulan insani sorumluluk bulunmaktadır.
Ortak gelecek
“Tarihe sadece ortak bir geçmiş olarak değil bir tecrübe alanı olarak bakıldığında da görülecektir ki, bu coğrafyada yaşayan halklar, ortak kültürler devam ediyorsa çoğu kere yaşadıkları sorunlar da ortak çözüm bulmayı zorunlu kılmaktadır. Özellikle ortak bir medeniyetin mirasçıları için siyasal bölünmelerin üzerinde ortak bir gelecek arayışı ve tasavvuru önem kazanmaktadır.” Bölgenin sorunları ve onların çözümünün ancak ortak bir gelecek tasavvuruna dayalı çözüm iradesiyle mümkün olduğunun ortaya çıkması, tarih ve gelecek arasında bugün bir köprünün kurulmasını zorunlu kılmaktadır. Bu irade küresel eğilimleriyle birlikte yükselen yeni değişim dalgalarını dikkate alarak, bir anlamda yeninin inşasını mümkün kılacak, tarihsel olarak yeni bir dönemi başlatacaktır.
Türkiye’nin bağımsızlığını yok edecek, millet iradesini hiçe sayacak hiçbir ilişki biçimini kabul etmeyeceğini söyleyerek ‘bölge barışını bölgenin ülkeleriyle’ kurma yönünde ilerlemesi ‘terör neredeyse bizim güvenlik sınırımız orada başlar’ demesi ‘yeni Türk doktrininin’ ilk prensipleridir. Ayrıca Türkiye’nin Rusya ve İran’la bu yönde yeni bir süreci başlatması ‘kimin başına çuval geçti’ sorusunu akla getirmez mi?
Türkiye tek boyutlu dış politika yaklaşımından uzaklaşıp kendi aktüel çıkarları doğrultusunda çok boyutluluğa taşırken aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünya kurmaya çalışan Batı hegemonyası da sarsıntılar geçirmektedir. Çok kutupluluğun yükselme eğiliminin ortaya çıktığı bir durumda Türk doktrininin bütün bu sorunları dikkate alarak geliştiği söylenmelidir.