Türkiye’de siyasal rejimin “üç halinden” bahsetmek mümkündür. Cumhuriyet dönemi etraflı bir şekilde gözden geçirildiğinde, bu üç evrenin birbirinden nasıl farklılaştığı açıkça görülebilir. Şüphesiz siyasal rejimlerin değişim aşamaları, dış dünyada ortaya çıkan gelişmelere göre, konjonktüre bağlı olarak şekillenebileceği gibi içeride ekonomide, siyaset kurumunda, daha da önemlisi toplumsal yapıda yaşanan değişmelere göre de biçimlenebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin yaşadığı bu üç halin, büyük ölçüde bu faktörler tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz. İhtiyatlı davranmamızın sebebi, bu üç halin oluşumunda “bireylerin rolüne” pay açmak içindir.
Türkiye’nin üç halinden birincisi, Erken Cumhuriyet Dönemi’dir. Bu dönem kendi içinde çelişkiler barındırır. Milli mücadelenin kahramanlarıyla, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde “Ankara’yı tutan İstanbul bürokrasisi” ve “Düyun-u Umumiye memurları” arasında yaşanan çatışma ‘İttihatçı-Cumhuriyetçi’ halini alacaktır. Asıl mesele ne İttihatçılık ne de Cumhuriyetçilik’tir. Avrupa ile olan ilişkileri Batıcılık ekseninde sürdürmek isteyen Tanzimatçı gelenek, duruma hâkim olur.
Cumhuriyet’in sahipleri
Batılılaşma ideolojisinin meydana getirdiği üç sonuç çok önemlidir: Birincisi, devlet ve toplum arasındaki mesafeyi ayrıştırıp toplumu nesneleştirip müdahaleye açık hale getirmesidir. İkincisi, bu ideoloji üzerinden “Cumhuriyet Elitleri” denen kadro, devletle özdeşleştiği gibi, bunu da bir vasıta haline getirerek adeta kendisi için bir ‘toplumsal zümre’ haline dönüşür. Bir çeşit “sınıf dayanışması”nın yarattığı ‘birlik ve biz duygusu’ bu zümreyi farklı bir konuma yerleştirir. Üçüncüsü ise, bu zümre devleti kendi baskı aracına dönüştürüp, bu yolla Cumhuriyet’in otoriter bir rejim haline gelmesinde önemli bir rol oynar.
Cumhuriyet’in birinci halinin oluşma sürecinin arka planında ‘İkinci Grup’un tasfiyesinden, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına, İzmir Suikastı ile ‘tehlikeli’ görülen muhaliflerin ortadan kaldırılmasından, Takrir-i Sükun’a Serbest Fırka’nın kapatılmasına kadar birçok olay vardır. Bu sürecin, “Otoriter Cumhuriyet”le sonuçlanmasında en önemli rolü Tek Parti Yönetimi’nin üstlendiğini söylemeye gerek yoktur.
Bu halin toplumsal ve ekonomik manzarası da pek parlak değildir. Geri teknoloji ile yapılan tarımsal üretime bağlı, geri kalmış bir ekonomi söz konusudur. Yoksulluğun genel bir durum olduğu ve fert başına düşen milli gelirin 50 dolar civarında seyrettiği bu tablo köylülüğün egemen hayat biçimi olduğunu göstermektedir. Şehirler iri kasaba gibidirler.
Bugün ne oluyor?
Böyle içine kapalı tarımsal bir toplumda devlet mekanizmasını ele geçirmiş olan siyasal bürokrasinin saltanatını sonlandırmak, demokrasinin ‘d’sinden bahsedecek, ne bir sivil toplum, ne bir sınıf, ne de başka bir siyasi grup söz konusudur. Bu durum tam bir “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış kitle” halidir. Burada devletin kurumları bütünüyle otoriter Cumhuriyet’in ruhuna göre oluşmuş ve bütünlük arz edecek bir şekilde örgütlenmişlerdir. Vaziyet çok vahimdir ve adeta çıkış yolu yok gibidir.
Türkiye’nin bugün geldiği aşama, tamamen farklı bir şey söylemektedir. Bu ‘birinci hal’den çıkış kolay olmamıştır. Bu aşamadan sonra yaşanan “Soğuk Savaş” hali yeni sorunlar ve yeni krizler dönemidir. Bu dönemin en önemli politik problemi, toplumun, her şeye rağmen, tarihsel birikimiyle, içsel dinamikleriyle, dünya konjonktürün ortaya koyduklarıyla etkileşip, yaşadığı sosyal-yapısal değişmeleri hiçe sayan bir anlayışla “otoriter cumhuriyet”in kurumlarının yaşatılmak istenmesiyle ilgilidir. Bu büyük bir çelişkidir. Bugün yaşanan yeni süreç, bu kurumsal yapının, tarihsel çelişkinin tasfiyesiyle ilgilidir. Şimdi, Cumhuriyet üçüncü hale geçmektedir.