Türkiye’nin karşısında kim olursa olsun, onların yanında yer almak için sabırsızlandığınızı tecrübeyle biliyoruz. Daha dün Türkiye’ye karşı bin bir engel koymaya çalışan AB’yle bir olup, koro halinde Türkiye’ye karşı Avrupa’nın şartlarını savunduğunuz, Ortadoğu meselesinde; Mısır’da Sisi’nin, Suriye’de Esed’in, Irak konusunda İran’ın, terör meselesinde PKK’nın yanında durduğunuz gibi şimdi de pekâlâ Rusya’nın ve Putin’in sözcülüğünü yapabilirsiniz.
Türkiye’nin tahakküm geleneğinin bütün kadroları; şimdi bütün ümitlerini bir dış politika sorunu vesilesiyle ülkenin bir şekilde sarsılmasına sebep olma ihtimali olan şeylere bağlamış görünmektedirler.
Kendileri için bir iktidar alanı yaratabilecek her fırsatı kovalamakta herhangi bir ahlaki endişeden uzak olduklarından, zaman zaman bu hayalle BAAS rejiminin peşinde koşmalarıyla PKK katillerinin arkasına düşmekten çekinmemeleri arasında bir fark yoktur. Bunun için de Putin’in Suriye politikasının kendileri için bir çare olacağını düşünmelerinin nedeni gayet açıktır.
Otokratlar el ele
Rusya’nın İran’la birlikte Suriye rejimiyle işbirliği yaptığını açıkça deklare etmesinin, sadece Türkiye’ye karşı bir olay olmadığını bugün bütün dünya bilmektedir. Bu meydan okuma, sömürgecilik sürecinin dışında kalmış Rusya’nın, 21.yüzyılda bu bölge yeniden şekillenirken içeride olma arzusunun, Ortadoğu’da bir siyasal aktör olarak yer alma isteğinin ifadesidir.
Türkiye karşısında Suriye ile ittifak yapan ülkelerin siyasal yapılarına baktığımızda, onların ortak bir paydada birleştiklerini görürüz. Bu ittifakın en büyük ortağı olan Rusya, yaklaşık 70 yıllık Sovyet tecrübesinden sonra büyük bir çöküş yaşadığından, bütün yenilenme çabalarına rağmen sosyalist dönemin totalitarizminin yarattığı zihniyet sorunlarından kurtulmakta güçlük çekmektedir.
“Totalitarizmin bu toplumda meydana getirdiği en büyük tahribat; farklılaşmaları sivil toplumdan bireye taşıyacak mekanizmalara hayatiyet tanımayışıdır. Sosyalizm gibi bir ideolojinin yerini dolduracak bir fikre sahip olmadıkları için, bu ülkenin siyasal sisteminin kaçınılmaz şekilde otoriterleştiği, demokratikleşmede ciddi sorunlar yaşadığı ortadadır. Bu durumun sonucu otokratların askeri maceralarını kolaylaştıran, kendi halkına hesap vermeyen siyasal rejimindir.”
Yeni durum eski siyaset
Tarih boyunca, dünya siyasetini etkileyecek bir imparatorluk kuramamış İran’ın, Türkiye karşısındaki politik zaafı ‘İran İslam Devrimi’yle ideolojik temelde, bu ülkeye İslam coğrafyasında yayılma, etkin olma imkânı vermiştir. Türkiye’nin resmi ideolojisinin İran’ın bu tavrına karşı ortaya koyduğu cevabın ‘laiklik üzerinden sığ bir iç politika’ bağlamında verilmiş olması, o dönem için oldukça yetersiz ve etkisiz kalındığını göstermektedir.
“İran, İslam Devrimi’yle emperyal güç olmak isterken, Türkiye’nin laisist-ulus devlet bakışıyla ortaya koyduğu tavır bölgesel düzlemde fazla bir şey ifade etmemekteydi. Bu durum, Özal’dan sonra değişmeye başlayan Türkiye’nin, otoriter laiklikten uzaklaşıp modern bir devlet olmanın imkânlarını ancak demokrasi içerisinde bulmasıyla değişecektir.”
Erdoğan’la birlikte arka arkaya gelen demokratikleşme reformlarıyla, Müslüman bir ülkenin modern demokratik bir devletle birlikte neleri başarabileceğini göstermesi, hızlı bir şekilde bütün Ortadoğu için ‘model ülke’ konumuna taşınması, İran’ın ‘İslam devrimciliğinin’ gerçek anlamda bir mezhepçilik çizgisine hapsolduğunu gösterecektir. Nitekim İran’ın Baas rejimiyle, bırakınız laikliğin adını anmayı, din düşmanı Esed’le işbirliği yaparak Türkiye karşıtı bir siyaset sürdürmesi meseleyi tamamen farklı bir mecraya taşımaktadır.
“İşte Türkiye böyle bir ittifakın, uluslararası hukuku tanımayan saldırgan davranışlarına hak ettiği cevabı vermektedir…”