Yazarlar yaşadıkları döneme tesir ettikleri gibi yaşamlarından sonra da etkilerini sürdürüyorlar. Kuşkusuz arkalarında bıraktıkları en önemli şey; kitaplar. Ortaya koydukları fikirler, zamanlarüstü mesaj, bu kitaplar sayesinde yüzyıllar sonra bile yeni okurlarla buluşmaya imkan sağlıyor. Öte yandan geride bıraktıkları eşyalarla, hayatlarının maddi boyutuna da şahitlik edebiliyoruz. Doğdukları, çalıştıkları ya da bir dönem yaşadıkları binaların yerel yönetimlerce ya da kültür otoriteleri tarafından müzeleştirilmesi, hem onlara karşı vefa duygusunun ifadesine hem de onların şehirle her gün tazelenen güçlü ilişkiler kurmalarına vesile oluyor. Böylece şehrin hafızasında köklü biçimde yer ediniyorlar.
Dünyada birçok yazar müzesi var. Fakat bu işin en eski temsilcilerinin İngilizler olduğunu söyleyebiliriz. Her zaman müze boyutunda olmasa da, herhangi bir mekânda bir yazarın izi mutlaka tescilleniyor. Londra başta olmak üzere İngiltere'deki pek çok şehirde binaların üzerindeki küçük tabelalar dikkat çekiyor. T.S.Eliot, Poet and Publisher, worked here for Faber&Faber, 1925-1965 (Şair ve Yayıncı T.S.Eliot Faber&Faber için 1925-1965 arasında burada çalıştı) Bertrand Russell, 1872-1970, Philosopher and Campaigner for Peace lived here in flat No.34, 1911-1916 (Filozof ve Barış mücadelecisi Bertnard Russell (1872-1970) 1911-1916 yılları arasında 34 numaralı dairede yaşadı) gibi…
Fakat Londra'nın en çarpıcı yazar evinin Charles Dickens Müzesi olduğunu söyleyebiliriz. İki yüzyıl önce yaşamış yazarın evinde, küratörünün ifadesiyle, 'o sanki biraz önce çıkmış gibi...’ duygusuyla dolaşabiliyorsunuz. Dickens'ın, 1837-1839 yılları arasında yaşadığı ev, sadece bir yazar evini değil, aynı zamanda orta halli bir İngiliz burjuva yaşantısının kodlarını da gözler önüne seriyor.
Britanya'nın kuzeyine doğru gittiğinizde ise, farklı bir yazar evi konsepti karşılıyor sizi. İskoçya'nın üç önemli yazarını buluşturan ev, Edinburg'un 'Royal Mile' adı verilen tarihi caddesi üzerinde yer alıyor. R. Burns’un yazı masası, W. Scott’un atlıkarıncası, R. Stevenson’ın binici botu, yazarların eser verdikleri çağın atmosferini güncellemek yanında, şehrin gündelik ritmine tarih, sanat ve edebiyatın ruhunu üflüyor.
Kıta Avrupası dendiğinde, kuşkusuz ilk akla Paris geliyor. Balzac'ı Balzac yapan 16.yy.'dan kalma bir metrekarelik ceviz yazı masasını görmek için, Paris'in Passy Köyü’ndeki The Maison De Balzac'a gitmek gerekiyor. Yazarın 1840-1847 yılları arasında yaşadığı müze ev, Balzac'ın yazarlık hayatıyla özdeşleşen masa ve sandalye dışında pek çok kişisel eşyayla donatılmış görünüyor.
Edebiyatın en büyük isimlerinin çıktığı Rus Edebiyatı'na ise, Moskova'da Puşkin'in evinde konuk olabiliyorsunuz. Ünlü Arbat Sokağı'nda yer alan ev, Rus toplumunun gündelik hayatına da eşlik ediyor. Şehir sakinleri genelde 'Puşkin'in evinin önünde buluşmak' üzere birbirine randevu veriyor. Müze evde Puşkin'in el yazmalarına, yağlıboya tablolarına ve kişisel eşyalarına yakından bakma imkânı buluyorsunuz. St. Petersburg'daki yazar evlerini müstakil bir yazıda ele almak üzere, şimdilik yazar evlerinin müzecilik açısından önemli bir tür olduğunu söylemekle yetinelim. Ülkemizde de son yıllarda bu çabaların arttığının altını çizmiş olalım. Aşiyan'daki Tevfik Fikret Evi, Ankara'daki Mehmet Akif Ersoy Evi, Türkiye'deki fikir mozaiğinin izini sürebileceğimiz mekanlar olarak karşımıza çıkıyor ki, her biri müstakil bir yazı konusu olarak ele alınmayı bekliyor...