‘Pearl Harbor’ ve ‘Armageddon’ filmlerinin yönetmeni Michael Bay ile ilk kez 2007 yılında başlayan ‘Transformers’ serüveni, serinin beşinci filmi olan ‘Transformers 5: Son Şövalye’ (Transformers 5: The Last Knight) ile devam ediyor. Teknoloji ve dijital efekt anlamında daha önce tanık olmadığımız türden akıl durduran numaralarla gerçek bir görsel şölen haline getirilen bu son film, serinin hayranlarının yanı sıra genel sinema izleyicisini de bir hayli etkileyecek gibi gözüküyor. Aksiyon ve bilim kurgu sevenler için etkileyici olabilecek bu son filmde, insanlar ve Transformers’ların karşı karşıya geldiği bir savaş ortamında kimin ayakta kalıp kimin yok olacağı ile ilgili amansız mücadeleyi izliyoruz.
Tam bir görsel şov
Dünyada sıkışıp kalan autobots’lar ile insanlar arasındaki savaş devam ederken, yok olmak üzere olan Cybertron’u kurtarmak için dünyayı feda etmeye hazır olan Transformers Quintessa ve kendi tarafına çektiği Optimus Prime’a karşı Cade Yeager (Mark Wahlberg), İngiliz lordu Sir Edmund Burton (Anthony Hopkins) ve Oxford tarih profesörü Vivian (Laura Haddock) bir araya geliyor. Peki nasıl bir araya geliyor? İşte burada hikâye bir hayli gerilere; Kral Arthur dönemine, Transformers’larla ilk iletişim kuran büyücü Merlin ve sonrasında yuvarlak masa şövalyelerine kadar giderek enteresan ancak gereksiz bir tarihsel bağlantı ile olay örgüsünü oluşturuyor. Sonrası ise, teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanarak ardı arkası kesilmeyen bir sinematik şölen. Hikâyede görmeyi arzu ettiğimiz yenilikçi anlatım yerine bir oradan bir buradan alınmış hissiyatını veren mantıksız tarihsel arka plan filmden aldığımız keyfi etkilese de Michael Bay’in yarattığı görsel mükemmellikten etkilenmemek elde değil.
Coğrafyan kaderindir
Vizyondaki ağırlıklı eğilim Transformers’tan yana olacak gibi gözükse de bu hafta vizyona giren bir film daha var ki dünya sinemasından farklı örnekleri izlemeyi sevenlerin kaçırmamasını öneriyorum. Lübnan asıllı yönetmen Vatche Boulghourjian’ın dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan filmi ‘Dağların Ardında’ (Tramontane), görme engelli genç bir müzisyenin bir konser için yurtdışına çıkmak üzere pasaport çıkartmak istemesiyle gelişen olaylarla birlikte geleceğini yaratmaya çalışırken aslında geçmişindeki sırları da aydınlatmasını konu alıyor. Küçük bir kasabada annesi ve dayısıyla yaşayan Rabih, sahte olduğunu öğrendiği kimliğinin kendisine ait olduğunu kanıtlamak üzere aile kütüğünü ve nerede doğduğunu araştırmaya başlıyor ve tüm zorluklara rağmen Lübnan’ın en uzak köşelerine kadar gidip kendisini gerçek kimliğine götürecek ipuçlarının peşine düşüyor. Hikâyenin arka planında Lübnan’ın iç savaş yıllarında yaşananlara değinen film, İbn Haldun’un dediği gibi ‘Coğrafyan kaderindir’ sözünü doğrularcasına gözleri göremese de ruhunun sesini dinleyip nereye ait olduğunu bulmaya çalışan bir genci takip ediyor. Savaşın yarattıklarına gözlerini kapayan, görmek istemeyenler bir tarafta dururken Rabih’in göremediği dünyaya ve gerçeklere haykırdığı ezgilerin kalbimize dokunduğu filmin sonundaki sahnede ise açılan yaralarını anca müziğe sığınarak sarabilen bir genci görüyoruz. Hikâyesinin özgünlüğünün yanı sıra müzikleriyle de etkileyen ‘Dağların Ardında’, yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen sorduğu doğru sorularla içselleştirebildiğimiz hüzünlü bir yolculuğa bizi davet ediyor.