Bu ifade, 7 Mart itibarıyla anayasa gereği görevini bırakacak olan İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın Meclis konuşmasından gazete manşetlerine ve televizyon tartışmalarının merkezine çekilmiş bir ifade...
Konuşmanın metni ise şöyle:
“Anayasaya yemin ediyoruz, uyuyoruz. Bu anayasanın kötü bir anayasa olduğunu söylememize engel bir durum yok, olsa da tanımıyoruz. Bu anayasa darbe anayasasıdır, kötü bir anayasadır, doğru dürüst bir anayasa değildir. Anayasada diyor ki, ‘milletindir egemenlik, millet bu egemenliğini devletin anayasal kurumları eliyle kullanır.’ Katılıyor musunuz buna Allah aşkına. Millet egemenliğini milletvekilleri eliyle kullanır, referandum yoluyla kullanır. Hiçbir anayasal kurum millet egemenliği kullanma yetkisine sahip değildir, tanımıyorum. Bu anayasa derhal değişmelidir. Milletin iradesini gasp etmiş, satır aralarına gizlemiştir, söküp çıkartıp millete teslim etmek bizim görevimizdir...”
Bu konuşmanın gazete manşetlerini süsleme biçimi algıda seçicilikle pek ilgili değil. “Okur nasılsa merak eder ve konuşmanın geçtiği metni okur ve merakını giderir” diyemediğimiz bir ortalama okur kitlesine sahip ülkemizde, manşetlerin gücünü yabana atmamak gerek. Böyle olduğu için de manşetlerden üretilen/kotarılan algıları “masum” olarak da göremeyiz.
Manşete taşınma biçiminin üreteceği algı şu: İçişler Bakanı anayasayı tanımıyor. Dolayısıyla hukuk ve kural tanımıyor.
Oysa bakanın konuşması çok açık, niyeti de öyle: Anayasaya uymak zorundayız. Ancak bu anayasanın darbe anayasası olması, onun milletin iradesini gasp eden bir belge olması nedeniyle onu benimsemiyoruz ve onu değiştirmek zorundayız. Onun kötü olduğunu söylemenin önünde engel varsa, o engeli tanımıyoruz. “Tanımama” iradesi, anayasaya uymamayla ilgili değil, anayasanın kötü oluşu ve onu değiştirme iradesinin önündeki engeller ile ilgilidir.
Dolayısıyla manşete taşıma biçimi üzerinde daha fazla söz sarf etmeye gerek yok. Oradan malzeme çıkmaz.
* * *
Bazı hakikatleri arada sırada hatırlamakta yarar var. 1982 Anayasası ve onun üzerine kurulduğu 27 Mayıs Anayasası’nın Türkiye Cumhuriyeti, onun demokratik temsilcileri, akademisyenleri, kanaat önderleri, kısacası bu halk için bir yüz karası olduğu gerçeği bazen rahatlıkla unutulabiliyor. Uzun süre o anayasanın kurallarıyla hareket edildiğinde, o anayasa normalleşiyor. Alışkanlık, meşruiyeti ikame edebiliyor. Bu anayasanın milletin iradesine bir tecavüzün ürünü olduğu göz ardı edilebiliyor. Bu anayasal düzenin Kürt sorunu, katliamlar, asimilasyon, militarizm, darbeler ve on yılları bulan insanlığa karşı suçlar ve kötü muamelelerin kaynağı olduğu unutulabiliyor.
Bugün Türkiye’de demokratikleşme, toplumsal barış, hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesi, kimlikler üzerindeki baskıların kaldırılması biçiminde sıralayacağımız tüm sorun başlıklarının bu anayasal düzenin ürünü olduğu gerçeği unutulabiliyor ve bu düzenden nemalananlar da bundan hoşnut olabilir. Neticede bu ifadeyi manşete çekenler ile bu konuşmayı parlamentoda eleştiren figürler cari anayasal düzenin ürettiği siyasal ve sosyoekonomik evrenin hem müsebbibi, hem de ürünü.
Ama eğer onlar dâhil, herkes demokratikleşme diyorsa, cari anayasal düzenin demokrasi olmadığını gerçeğini kabul etmiş oluyor.
Ve bu tür konuşmalar bu gerçeği hatırlattıkları için önemli.
Evet bu anayasa teknik hukuk anlamında Türkiye Cumhuriyeti’nin yürürlükteki anayasası. Bu anayasaya herkesin uyması zorunlu. Hatta anayasayı ihlal etmenin cezai veya hukuki sonuçları vardır. Bu tartışmasız!
Ancak bu zorunluluktan hareketle, siyasetçilerin, partilerin, vatandaşların bu anayasayı ve onun getirdiği düzeni içselleştirmesini ve benimsemesini beklemek de kimsenin haddine olmamalı.
Ancak şunu belirtmeden de geçmemeli: “Eski” reddediliyorsa, paradigmasını da reddeden bir “yeni” talep edilmeli. O da toplum sözleşmesi üzerine kurulu katılımcı, çoğulcu, ademi merkeziyetçi, kapsayıcı ve eşitlikçi bir anayasa çağrısı ile anlam kazanabilir.