Bilmem biliyor musunuz, Türkiye ‘yılbaşı’ kavramıyla pek yakın ayılabilecek bir tarihte tanışmış aslında...
Daha önceleri Hicri takvim geçerli olduğu için, yılbaşı her yıl değişen tarihlere isabet ediyorken; Miladi takvimin kabulünden on yıl sonra, 1935 yılında, çıkarılan bir kanunla 1 Ocak tarihi resmî tatil ilan edilmiş. Ancak gazetelerin, haftalık ve aylık dergilerin ‘Yılbaşı Özel Sayısı’ hazırlamaları 1926’dan itibaren başlamış.
TEBRİKLERİ KABUL EDEN İLK PADİŞAH
Osmanlı İmparatorluğu’nda 20. yüzyıl öncesinde ‘yılbaşı’ diye bir kavramdan söz etmek mümkün değil. Osmanlı’da ‘Hicrî’ ve ‘Rumî’ olmak üzere iki takvim kullanılmış. Hz. Muhammed’in Hicret olayını başlangıç alan Hicrî takvimde, bir yıl, ay hareketlerine göre düzenlendiği için, bugün kullandığımız takvime göre yaklaşık on gün kadar kısa… Bugün dinî bayramlarımızı kutlarken bu durumu yaşıyoruz. Osmanlının kullandığı ikinci takvim olan Rumî takvim ise, aslında ‘malî’ takvim sayılırdı. Bu takvim, Hicrî tarihin kullanılmasında ortaya çıkan 10 günlük farkı yok etmek amacını taşıyordu. Rumî takvim mart ayında başlardı. Maaş ve ücretler Rumî ay hesabıyla ödendiği için de, çalışanlar açısından bu takvim büyük önem taşırdı. Bu takvime göre belirlenen ‘yılbaşı’nda yapılan tek tören ise, Balıkhane’de kurban kesmek ve dualar okunmasından ibaretti.
Yılbaşı nedeniyle tebrikleri kabul eden ilk padişah II. Abdülhamid oldu. Bu törenlerden birini çocukken izleyen Refik Halit Karay der ki, “Muharremin birinci günü teşrifata dâhil olan zevât, davetname gelmemekle beraber, Yıldız Sarayı’na gider, yüz yüze gelmeden Padişah’a tebrîkâtını arz ederdi.” Ercüment Ekrem Talû ise, bir Rumi yılbaşının tanığı olmuş: “Malî yılın başı olan mart ayında, Düyûnu Umûmiye’ye bağlı birtakım müesseselerde kutlama törenleri yapılır; ezcümle o gün, Balıkhane’de mezada çıkan nadide balıklar maliyece satın alınarak saraya takdîm edilirdi.” Ancak her iki ‘yılbaşı’nda da tatil yapılmazdı, ayrıca bu günlerin çalışanlar açısından da özel bir önemi yoktu. Türkiye’nin ilk kadın milletvekillerinden Hasene Ilgaz da çok dilli ve çok dinli İstanbul’dan konumuzla ilgili şöyle bir anı kaleme almış: “Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler dinî bayramlardı. Bizim için yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını bizden olmayan dostlarımızın, ekalliyetlerin yılbaşı için yaptığı hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık. Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri bu gönderilen hediyeler arasındaydı. Bu hediyeleri de,
‘bizim bayramımız’ diyerek getirirlerdi. Biz de onlara lokum, yılbaşı tatlısı, gelincik şerbeti gibi ikramlarda bulunurduk.”
İSTANBUL’DA YILBAŞI
Gökhan Akçura’dan öğrendim ki, 1928’den itibaren İstanbul’da yılbaşı geceleri, özellikle şanslarını kumarda denemek isteyenler için özel bir önem taşımaya başlamış. Eğlence yerleri İstanbul’un işgalinin bitmesinden sonra zaten dolup taşarmış ama 1928’i 1929’a bağlayan gece, Yıldız Sarayı da bir kumarhane olarak işletilmeye başlanmış. İşletmeci Senyör Maryosera bu özel gün için rulet masaları kurdurmuş. İstanbul tarihinde, tek bir gecede, hem de hiçbir yasal kısıtlama olmadan, bu kadar kumar oynandığı herhalde hiç olmamıştır.
Bereket, şans, sağlık
İspanya’da yeni yıl akşamı, gece yarısı 12’yi çalan saatin her vuruşunda bir üzüm tanesi yeme geleneği var. Şans kaçmasın diye, son vuruş gerçekleşmeden bütün tanelerin yenmesi gerekiyor; ardından da herkes kucaklaşarak yeni bir yılı kutluyor. Komşumuz Yunanistan’da bu ekmeklerin içine bir de madeni para yerleştiriliyor ki, kime çıkarsa şans yüzüne gülsün diye... Japonlar ise, yılbaşından bir hafta önce dost ve akrabalarıyla birlikte pirinçli bir kek hazırlayıp pişiriyorlar ve paylaşıyorlar. Yılbaşı günü de, ‘soga’ adını verdikleri makarna benzeri bir hamur işi yiyorlar ve bunun kendilerine uzun bir ömür sağlayacağına inanıyorlar. Aslında insanlar yitip giden eski yılda arayıp da bulamadıklarını, yeni gelecek yılın getireceğine inanıyorlar. Aile bireyleriyle, dostlarla sofralar kurmak; tatlı yiyip tatlı konuşmak; iyi dilekleri dillendirmek bundan aslında. Gelecek yeni yıl mutlu anların, güzel sofraların, keyifli yolculukların, sağlıklı ve huzurlu günlerin bol olduğu bir yıl olsun. Dünyadan ve ülkemizden de barış eksik olmasın. 2015 hepimize iyi gelsin…
Dünyadan yılbaşı alışkanlıkları
Gelelim dünyada bilinen alışkanlıklara, geleneklere… Neredeyse bütün dünyada yılbaşının, yeni yılın ilk yemeği aileyle ya da yakın dostlarla yeniyor. Bunun ardında yatan da, dayanışma ortamına kötü ruhların giremeyeceğine olan ve çok eski dönemlerden kalan bir inanış. Orta Avrupa ülkelerinde yılbaşı akşamı kesinlikle kanatlı hayvanlar yenmiyor mesela; aksi halde kısmetin uçup gideceğine inanılıyor. Noel akşamı (yani 24 Aralık’ta) hindi kızartması yiyen İngilizler ise, yeni yıla ev yapımı kek ve çörekleri atıştırarak giriyorlar. İskoçlar, geleneksel kara ekmekleri eşliğinde, ulusal yemekleri olan ve içi ince kıyılmış böbrek-ciğer-yürek gibi sakatatla ve bol baharatla doldurulmuş bir tür işkembe dolması olan ‘Haggis’ yemeyi tercih ediyorlar. Ruslar ise, 31 Aralık gecesi ekşi kremalı bir tür lahana yemeği olan ünlü çorbaları ‘Borç’ ile çeşitli tahıl ürünlerinden yapılmış bir tür lapa olan ‘Kutya’ yiyorlar. Başta buğday olmak üzere diğer hububat ürünleri, bal ve haşhaş ile yapılan ‘Kutya’nın da, mutluluk ve başarı getireceğine inanıyorlar.
Mandalet tatlısı
Geçtiğimiz yılların birinde, bir yılbaşı haftasında eş-dostla beraber Atina’daydık. Yunanlı dostlarımız bize Antep fıstıklı bir tür macun ikram ettiler ve dediler ki, “Bakın İstanbul’un geleneğini biz burada yaşatıyoruz.” Değişik bir isimle sundular ama ikram ettikleri Beyoğlu’na özgü bir yılbaşı tatlısı olan ‘Mandalet’ idi… Açıkçası hâlâ üretilip üretilmediğini bilmiyordum, Sema Temizkan’dan öğrendim. Son ‘mandalet’ üreticisi, Üç yıldız şekerlemecisi Feridun Bey imiş. Bu nefis şekerleme de bir etnik gruba ait olmayıp Beyoğlu’nun ortak lezzetiymiş.
İlk akla gelen hindi
Her ne hikmetse, yılbaşı yemeği denilince akla önce hindi, hatta kestaneli hindi gelir. Bu geleneğin merkezi aslında Amerika, ama bizde itibar kazanması 1950’li yıllardan sonra olmuş. Oysa Amerikalılar hindiyi yılbaşında değil, daha çok (her yıl kasım ayının dördüncü çarşambasında kutladıkları) ‘Şükran Günü’nde sofralarına getiriyorlar. Şükran Günü de aslında İngiltere kökenli; kıtaya ayak basan göçmenlerin açlıktan ölmeyip kurtuldukları gün… Biliyorsunuz, yeni kıtaya onları getiren gemidekilerin yarısı açlıktan ölmüş. Daha sonra soykırım yoluyla ortadan kaldıracakları Kızılderililer onlara mısır ekmeği vermişler, hatta yapımını da öğretmişler de, kalan sağlar kurtulmuş. Şimdi ‘Şükran Günü’nün başyemeği hindi kızartması ve dolması… ‘Şükran Günü’ Ay’da da kutlandı. ABD’li astronotlar Armstrong ve Aldrin’in Ay’da yedikleri ilk yemek, soğuk hindi söğüştü. Guinness Rekorlar Kitabı’na göre en iri hindi rekoruysa, 12 Aralık 1989 tarihinde Londra’da düzenlenen bir yarışmayı kazanan hindiye ait… Bu dev hindinin canlı ağırlığı tam 30.09 kg. Türklerin Yılbaşı sofrasına girmesi ise ancak II. Dünya Savaşı bittikten sonra mümkün olmuş… Ama farklı bir günde 31 Aralık günü…