30 Ağustos 1922, Türk milletinin işgalcilere son yumruğunu indirdiği gündü.
O yumruk, Osmanlı'nın 100 yıllık çöküş döneminin sonunda kalan gücüydü.
Osmanlı, devlet sınırlarının ulaştığı Yemen'den Libya'ya, Kafkasya'dan Kırım'a, Viyana ve İtalya'ya kadar olan Balkanlar'a kadar Asya, Afrika ve Avrupa'nın en büyük devletiydi.
Dünya o zaman da 'tek kutuplu'ydu.
Ta ki 1800'lerin başına kadar...
Sonraki yüz yıl, Osmanlı'yı kuşatma ve parçalama girişimlerine sahne oldu.
Bugün birilerinin ne işimiz var orada' dediği coğrafyalardan başladı bu kuşatma ve parçalama.
Mısır'dan, Libya'dan, Yemen'den, Hicaz'dan (Mekke-Medine), Kafkaslar'dan, Kırım'dan, Balkanlar'dan...
Peki, kuşatmacılar buraları kopardıktan sonra durdu mu?
Hayır...
Libya'dan çekildik, İtalya soluğu Adalar'da, Mersin'de aldı.
Suriye'den, Lübnan'dan çekildik, Fransızlar soluğu Gaziantep'te aldı.
Selanik'ten çekildik, Yunanlar soluğu Eskişehir'de aldı.
Balkanlar'dan çekildik, Rusya soluğu İstanbul'un dibinde Yeşilköy'de aldı.
Kafkaslar'dan çekildik, Rusya soluğu Kars'ta, Rize'de aldı...
Ne Bosna'da durdular ne Edirne'de...
Ne Şam'da, Bağdat'ta durdular ne Gaziantep'te...
Ne Bakü'de durdular ne Kars'ta...
Ne Selanik'te durdular ne İzmir'de...
Bu takip, Türk'ü ve Türk adının temsil ettiği bir milleti, kültürü, tarihi, inancı dünya üzerinden silmeyi amaçlıyordu.
İlk hedef, Türkleri Anadolu'nun ortasına hapsetmek, sonra da ortadan kaldırmaktı.
Sevr'in amacı buydu.
Bu amaç bitmiş değil.
Daha birkaç yıl önce, AB'nin politika yapıcılarına sunulan 'akil insanlar' raporunda, "Türkiye'nin güneyden kuşatılması" için Doğu Akdeniz'deki enerji aramaları ve Libya ile deniz sınırı anlaşması dahil tüm girişimlerin engellenmesi önerisi yer aldı.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, "Balkanlar'ı Türkiye'nin arka bahçesi olmasına izin veremeyiz" cümlesini kullandı.
Mısır'dan Yemen'e, Suudi Arabistan'a, Katar'a kadar Müslüman ve Arap halklarıyla Türkiye'nin arasını açmak için onlarca proje halen yürütülüyor.
Bugün Türkiye'de yürütülen 'Katar düşmanlığı' kampanyasının tek nedeni, o coğrafyada Türkiye ile ilişkilerini koruyan tek ülke olmasıdır.
Bu tabloda, kimlerin kimlerle işbirliği içinde olduğunu açıkça görebilirsiniz...
30 Ağustos'a dönelim...
Ağustos başında büyük taarruz planları imkansızlıklar içinde yapıldı.
Ne yeterince silah ne mühimmat ne teçhizat vardı.
"Mermi bittiğinde ne yapacağız" sorusuna, "Düşmandan ele geçiririz" özgüveniyle cevap veriliyordu.
Bu özgüven nereden geliyordu?
Çünkü Kurtuluş'un liderleri de neferleri de büyük bir medeniyetin, güçlü bir inancın ve bağımsızlık ruhunun temsilcileri olduklarının farkındaydı.
Ve en önemlisi, 'son bağımsız Türk milleti' olduklarını biliyorlardı.
Bu büyük bir ruh halidir.
O yüzden imkansız görüneni başardılar.
Tıpkı 1915'te doğuda ve güneyde isyanlarla 'arkadan vurulurken' Çanakkale'de Avrupa'nın en büyük ortak donanmasını denize gömdükleri gibi.
Tıpkı, 1916'da Akdeniz'den Çin'e kadar dünyanın yarısında hüküm süren İngiliz ordusunu Kut'ül Amare'de çöle gömdükleri gibi...
Bu millet, 30 Ağustos'ta imkansız olanı, bağımsızlık ruhu ve liderliğiyle mümkün hale getirdi.
Bugün de yine aynı ruh ve aynı liderlikle 'her şeyi mümkün kılacak' imkanlar üretmeyi başarıyor.
Dün, elde kalan, var olan gücüyle vatanımızı kurtardık, ülkemizi kurduk.
Bugün onu ilelebet koruyacak olan gücümüzü var ediyoruz.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın TSK envanterine katılışına liderlik ettiği 'Akıncı' Taktik Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA), bunun sembolüdür.
2005'te başlayan bir girişimin 15 yılda Türkiye'yi dünya ligine taşıdığının muhteşem kanıtıdır.
Tıpkı, Roketsan'ın havadan karaya, karadan karaya yerli ve milli füzeleri, artık orta menzile ulaşan hava savunma sistemleri, Aselsan'ın sinyal, görüntüleme ve hedefleme sistemleri, Havelsan'ın gemi, denizaltı seyrüsefer ve silah kontrol sistemleri, TUSAŞ'ın jet motoru, TAİ'nin Atak savaş helikopteri ve Milli Muharip Uçak projeleri gibi...
Bunlardan ibaret değil elbette.
Bu şirketlerle birlikte, Savunma Sanayi Başkanlığı şemsiyesi altında savunmadan sağlığa ve iletişime kadar yüzlerce teknoloji şirketinin dünya devleriyle rekabet edebildiği bir iklim yaratıldı Türkiye'de.
Bu iklim, dünkü imkansızlıklara karşı 'imkan'lar üretiyor...
Yeter ki '30 Ağustos ruhu'nu koruyalım.
Zaferi kazandıran imkanlar değil 'ruh'tur.
İmkanlar, ancak zaferin bedelini hafifletir.
Bu ruh, tarihimizi, askeri, siyasi, dini ve bilimsel yönleriyle, hatta ticari ve sanayi yönüyle de iyi öğrenmekle, öğretmekle yaşatılabilir.
Mirası reddetmek, mirası tüketmek, geleceğimizi de karartır.
Yüz yıllık çöküş dönemine rağmen, Osmanlı'nın askeri, siyasi ve eğitim sisteminden yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kuracak kadroların yetiştiğini unutmak bize yakışmaz.
Zafer bayramımız kutlu olsun...