Dünyanın geleceğine damga vurması kesin olan bir mülteci sorunumuz var. Şu an itibarıyla dünya üzerinde 60 milyon insan ülkesi dışında zor şartlar altında yaşama mücadelesi veriyor. Bu insanlar bir ülke oluşturmuş olsaydı, AB’nin en büyük üyelerinden olacaktı. BM’de ise orta boy devletler arasında yer alacaktı.
Bu durum böyleyken, ikinci en önemli toplumsal fenomen ise kendi ülkelerinde gelir adaletsizliği nedeniyle öfke biriktiren dar gelirli yurttaşlar olarak ortaya çıkıyor. Küresel çokuluslu şirketlerin yatırım tercihleri ile kendi devletlerinin sosyal politikalardan vazgeçme tercihi arasında sıkışan milyonlarca insandan bahsediyoruz.
İşin daha da karmaşıklaştığı yer, bu toplumsal huzursuzlukların ulus devletler üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen değişik güçler tarafından “demokrasi” kılıfı altında manipüle potansiyelidir. Bu tabloda, fail veya failler gölgede olduğu için, meşru/çıplak aktörlerin üzerine birden çok yük biniyor. Hem toplumlarının taleplerini karşılamak, hem de dış müdahaleleri önlemekle mesuller.
Teknolojik yaşam, yapay zekâ ve robotların devreye girmesi, hiç insan barındırmayan (ve bu yüzden aydınlatma kullanmayan) “karanlık fabrikaların” artışa geçmesi, tüketim kültürü ve internetin arasında sıkışan atomize birey faktörü insanları fakirleştirirken aynı anda yalnızlaştırıyor da. Geçmişin yoksulluk şartlarında dayanışma toplumunun teskin edici kollarına sığınan insanlar artık bu imkândan da mahrumlar.
Tabii bu tablo, daha çok Batı toplumlarını kapsayan bir husus… Çünkü Batılı devletler, sömürge geçmişleri üzerinden yükselen sermaye artığını en azından 1980’lerin neoliberal rüzgârlarına değin sosyal devlet şeklinde kendi toplumlarına -kısmen- aktarabiliyorlardı. Bu durum, gelişmekte olan ülkelerin yükselişi ve küreselleşme şartlarında tersine döndü. Başkan Trump’ın seçilişi de bu duruma bir tepkinin sonucuydu. “Amerika’yı tekrar büyük yapmak” sloganı dalgaya alındı, ancak ortalama bir Amerikalı için bu söz oldukça anlamlıydı.
Mesele bir politikacının dar gelirli kesimlere umut vaat etmesi değil tabii. Sorun, seçilecek yol ve yöntemlerin neler olacağı. Daha çok katma değerli ürün ve iyi yönetişim yolu ile mi, yoksa dünya kaynaklarına kas gücüne güvenerek çökmekle mi huzursuz yurttaşların talepleri karşılanacak?
İkinci yol yeni tür sömürgeciliğin ihya edilme kararıdır ki, Suriye’de yaşananlar ve ticaret savaşları böyle algılanabilir. Burada karşımıza bir başka fenomen çıkıyor; o da gelişmekte olan ülkelerin varlığı ve onların sömürülmeye geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi kolayca boyun eğmeyeceğidir. Hasılı, kabaca iki yolun tercih edileceği bir kavşakta olduğumuzu söyleyebiliriz. İlki daha dengeli, aklı başında, demokratik ilkelerin ve uluslararası kurumların yeniden değerlemeye tabi tutulacağı bir küresel düzende ortaklaşmadır.
İkincisini ise dünyanın ilk gününden beri zaten biliyoruz.