Gezi krizi, AK Parti ve Erdoğan’a dönük, ısrarla sürdürülen algı operasyonlarının yarattığı varsayılan öfkeli bir toplumsal kesim hedeflenerek başlatılmıştı. 28 Şubat da hükümet olma başarısını göstermiş “İslami kesim”e dönük “seküler” bir uzaklaştırma faaliyeti idi. Bu anlamda dönemle özdeşleşen “Bin yıl sürecek” denen klişe bu niyeti en açık şekilde ifade ediyordu. Demek ki, tanık olduğumuz, beş yılda bir yapılan, meşru siyasi partilerin iştirak ettiği bir yarışta ipi göğüslemek değil, bir iktidar kavgasıydı.
“Seküler” ve “İslami kesim” sözcüklerini tırnak içinde vermemin nedeni, bu tanımların yanıltıcı olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor. Evet, Batıcılaşma hikayesinin başladığı 200 yıllık süreçte, hem Türkiye’nin reformlarında, hem de hayat biçimi olarak Batı’yı merkeze alan bir siyasi/bürokratik elit ve bir toplumsal kesim söz konusudur. Daha kentli, daha eğitimli, yaşam biçimi olarak Batı’ya öykünen bir kesimdir söz konusu olan.
Bunun karşısında da, kamusal alanın çeperinde ve kırsalda bulunan çok daha geniş bir halk kitlesi vardır. Türkiye halkı dindar olduğu için bu kesime dindar/muhafazakar şeklinde tanımlamalar uygun görülmüştür.
Ancak bu genellemeler bize büyük toplumsal kesimler için sağlıklı kategoriler sunmaz. Aslında, bir bütün olarak Batılılaştığımızı, Batı’dan gelen, bir kısmını gönüllülükle aldığımız, bir kısmını önleyemediğimiz, bir kısmını da dönüştürerek kendimize uyarladığımız sancılı bir değişimden bahsetmek daha doğru olur.
Kaldı ki, Batıcılık bayraktarlığı yapan siyasi elitler, mesele sekülerizm ve laiklik ise, kavramların evrensel anlamına pek bağlı kalmadılar. Laik ilkesine göre tek bir inanç veya inançsızlık, tek bir yaşam biçimi değil, tüm inançlar, yaşam biçimleri saygıdeğerdir ve eşit haklara sahiptir. Aynı kural etnisite, mezhep ve sosyal sınıflar için de, kültür farklılıkları ve diller için de geçerli olacaktır.
Öte yandan, dindarların seküler olmadığını söylemek de abestir. Laik bir devlet sistemini değiştirmek için şiddete başvuran bir “dindar” hareket de gözlemlenmemiştir. Dindarların laiklik ve seküler yaşam ile kendi tercihlerini mezcettiğini söylemek doğru olacaktır. Bunun değerini “sekülerler” hiç anlamadılar. Konu içki ve giyime indirgendiğinde hayatı doğru okumak da mümkün olamamıştır.
Sorun, Türkiye’de sekülerlik ve laikliğin bir evrensel değer olarak değil, bir iktidar aracı olarak istismar edilmiş olmasıdır. Konu, cumhuriyetin erken dönem pratiklerindeki, çağdaş, Batılı bir ülke yaratma mühendisliğini hızla terk etmiş, oldukça zararlandırıcı bir iktidar pratiğine hapsolmuştur.
Ben, bu yıkıcı iktidar kavgasını tablodan çıkardığımızda, Türkiye’de toplumsal kesimler arasında sekülerlik, laiklik, yaşam biçimleri açısından bir sıkıntı görmediğim gibi, dünyada nadir rastlanacak bir uyum kapasitesi görüyorum. Geçmişin yaralarına sahip olmayan yeni nesiller bu uyumun hakkını çok daha layıkıyla verecektir.
O yüzden, Gezi’den büyük bir keder duymuştum. Bedeli çok ağır ödenmiş, iyi kötü bir teraziye gelmekte olan bu uyumun doğrudan hedef alındığı bir saldırıydı yapılan. Hedeflenen gençlere ise geçmişin yaraları, öfkeleri ve önyargıları yüklenmeye çalışıldı. Gencecik bir kadının, Deniz’in Rakka’ya giden yolu binlerce genç için de açılmak istendi.
Onların algısıyla oynayan kimdi? FETÖ’nün kırmayı hedeflediği bir sözde fay hattını 10 yıldır kim depreme hazır hale getirmeye çalışmıştı? Bu ülkenin evlatları olan bir kesimin, meşru yollarla, şiddete başvurmadan bu ülkeyi yasa çerçevesinde yönetme hakkını kim bir felaket gibi sunmaya çalışmıştı?
Türkiye’yi, sosyolojik, ekonomik, kültürel, etnik, mehzepsel yaşam biçimsel olarak ikiye bölmek ve onları birbirine kapıştırmak için ortaya nefret, öfke, depresyon tohumları saçan kimlerdi?
Bu soruya hepimiz dürüstçe ve cesurca cevap bulmak zorundayız. O zaman, aslında aynı toplumun insanları olduğumuzun, ülkemizin güzelliğinin ve değerinin farkına varıp rahatlayacağız.
Bizleri böldükleri yerden şifa bulup kendi kendimizi yönetmek zorundayız.