Sanırım Cioran’ın bir sözüydü, “Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar” diyordu...
Cioran bu sözü sadece birey için değil, ideoloji çağında yaşanan toplumsal yıkım için de söylemiş olmalıydı. Cioran’ın başta faşistleri desteklediğini hatırlarsak, 2. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan yıkımdan ne kadar etkilendiğini de anlayabiliriz.
Tarkovsky de toplum mühendisleri hakkında şöyle diyordu:
“Topluma adil bir düzen verip yüksek bir amaç uğruna örgütleme saplantısına kapılmış büyük sorgucular, liderler, önemli şahsiyetlerle dolu bir dönemin günümüzde yavaş yavaş kapanmakta olduğuna dair bir duygu var içimde. Bu insanların büyük amacı insanların bilincini istedikleri yöne çekmek, yeni ideolojik ve toplumsal fikirlerle donatmak ve halkın çoğunluğunun mutluluğu adına hayatın örgütlenme biçimlerini yenileme çağrısında bulunmaktı. Zamanında Dostoyevski başka insanların mutluluğunun sorumluluğunu üstlenmek isteyen büyük sorguculara karşı bizi uyarmıştı. Bu arada biz de insanlığın genel çıkarları ve halkın iyiliği adına konuştuğunu ileri süren bir grubun çıkarlarının topluma uğursuz şekilde yabancılaştırılmış bireylerin çıkarlarına nasıl üstün geldiğini somut olarak yaşadık.
(…)
‘İlerleme’ adına insanlığın geleceğini güvence altına alma adına yapılan görünürde dinamik eylemlerin koşulları altında insanlar bu genel dinamik içinde yitip giden kendi bireyselliklerini tamamen unuttular.”
Tarkovsky SSCB döneminde yaşamış ve sosyalizmin sınıfsız toplum idealinin tüm baskıcılığını bir sanatçı olarak deneyimlemişti. Esasen Batı’da da bireyin başına gelen felaketin özü aynıyken ambalajı daha şatafatlıydı. Bireysel özgürlük sanrısının hormonlu tatsızlığında toplumdan kopan birey tüketim kuyusuna yuvarlanıyordu. Sosyalizm, liberalizm ve kapitalizm aynı uğursuz ilerleme takıntısının birbirini besleyen döngüleriydi. SSCB yıkıldığında kapitalizmin zaferini ilan edenler kibirli bir acelecilik içinde olduklarını bugünlerde kısmen de olsa fark etmiş olmalılar.
Artık günümüzde kimse mahcubiyet duygusu hissetmeden ideolojiden bahsedemiyor. Modernizmi diriltmek adına post hatta post-postmodern dopingler de süresini doldurdu. Batı, kolonilerinde yetişmiş aksanlı göçmen edebiyatçılarının yazdığı romanlarla yarım yüzyıl kazandı ama Rushdie veya Smith gibilerinin elinden bundan fazlası da gelmezdi. Orhan Pamuk gibilerinin Türkiye’den gönderdiği Batı öykünmeciliği de derde deva olamazdı. Çünkü artık Aziz Sancar’lar çok daha gerçek geliyordu insanlara. Çünkü çok daha gerçek ve kendisi ile barışıktılar.
Ülkemizdeki seküler/muhafazakar karşılaşmasının üzerinde bu durumun çok etkili olduğunu gözlemliyorum. Batı bireyciliği ve faydacılığının daha çok etkisinde olan seküler vatandaşlar Batı bireyinin yaşadığı yabancılaşmanın bir benzerini yaşıyorlar. Bağlandıkları şeyin aslında çok kırılgan ve geçmekte olduğunu fark ettikten sonra, oluşan belirsizlikle baş edebilmek adına toplumun sağladığı rahatlatıcı habitattan mahrumlar.
Oysa dindarlar, kendi izin verdikleri ölçüde sekülerleşmelerine rağmen büyük bir cemaatin ve ortak değerler havuzunun içinde yaşıyorlar. Muhafazakarlarda, özellikle genç kesimlerde bireyleşme konusunda sıkıntılar gözlemlenebiliyor. Ama henüz bu bir kriz veya kopuş boyutunda değil. Dolayısıyla ellerinde ne işe yaradığı kuşkulu bireyselleşme ile kalakalan sekülerlerdeki öfke/hınç daha büyük. Çünkü bağlandıkları paradigma zayıflarken, iktidar da ellerinden dindarlara doğru kayıyor.
Mesele, bunun sebebinin son 15 yıl, Erdoğan veya dindarların olmadığını anlayabilmekte. Takriben 500 yüzyıl sürmüş bir döngü sona ererken, eskinin imtiyazlıları yeninin mültecileri gibi hissediyorlar.
Hasılı, büyük bir döngünün içinde yuvarlanıyoruz. Yeni denge oluşana değin elimizde katı bir şey olmayacak.