Alman Federal Meclisi'nde onaylanan 1915 kararı sonrasında fikirlerimi çeşitli mecralarda birçok kez ifade ettim
Son olarak Habertürk'te parlamento kararları peşinde koşmanın "siyasi dilencilik" olduğunu söyledim.
Bunlar son karar üzerine oluşturduğum düşünceler değildi. Daha ben doğmadan yaşanan, devam eden ve edecek olan bir ağır mesele bu.
AGOS'ta Hrant Dink bana bir köşe verdiğinden beri de değişik vesilelerle kamuoyuna bu görüşlerimi aktardım.
Mesela hatırlıyorum, ikibinli yıllarda, hem ABD Temsilciler Meclisi, hem de Fransız Parlamentosu'nda benzer yasalar gündeme gelmişti.
Hrant Dink "Neye karşı çıkıyoruz" adıyla bir makale yazmıştı; şöyle diyordu:
"Dünyanın üçüncü ülkelerinin parlamentolarında, bir ulusun 85 yıl önce yaşamış olduğu tarihi bir dramın bugün güncel politikanın malzemesi yapılmasına,
o talihsiz insanların varlığını devam ettirmeye çalışan bugünün torunları olarak daha ne kadar izin vereceğiz? Bu gündeme alışların arkasında onların
kendi politik ve gündelik ulusal çıkarlarının bulunduğu, son yasa tasarısı nedeniyle bir kez daha ispatlanmadı mı? Fransa'daki de aynı çıkar ilişkisine
dayanmıyor mu? Yani şimdi bizler daha ne kadar bu geçmiş dramımızın helikopter ihalelerinde, seçim arenalarında veya üçüncü ulusların çıkar hesaplarında
sermaye yapılmasına izin vereceğiz, yapılmasına önayak olacağız? Böyle mi ödeyeceğiz atalarımıza olan borcumuzu? Böyle mi ispat edeceğiz atalarımıza olan
bağlılımızı?
Ermeni dünyasının artık bu soytarılığın farkına varmasının zamanı gelmedi mi?"
***
Ben de yıllardır bu sorunun konuşulacağı alanın üçüncü ülkelerin parlamentoları olmaması gerektiğini söylüyorum. Diyalog tek çare.
Dink'in dediği gibi bir halkın bugünü ve geleceği sadece o talihsiz kesitten beslenerek yaşatılmaya çalışılıyorsa orada bir sorun vardır.
Üstelik ben de, Hrant da, henüz Türkiye'de bugünün pozitif şartları ortada yokken, 301 kılıcı tepemizde sallanır, AGOS'un kapısına tosuncuklardayanırken bunları söylüyorduk.
Bugün, bizim bu yazıları yazdığımız günlerden çok farklı bir Türkiye var.
Türkiye'de hiçbir tezi savunmak hayati tehlike içermiyor.
Her 24 Nisan'da ülkenin Cumhurbaşkanı 1915 için taziye mesajı yayımlıyor, kiliselerde anma töreni yapılıyor.
Ermeniler hiç olmadığı kadar özgür. Vakıflar geri aldıkları ve artık yatırım yapabildikleri malları üzerinden zenginleşiyor.
Meclis'te Ermeni üç vekil var. Yani nüfuslarının çok üzerinde temsil ediliyorlar.
Türkiye on binlerce Ermenistanlı kaçak işçiyi bilerek konuk ediyor. Yasaları zorlayarak onların hayatlarını kolaylaştırıyor.
Bu misafirlerimiz mesela Fransa'ya gitselerdi çoktan sınırdışı edilmiş olacaklardı.
Üstelik tüm bunlar bir iane, bir lütuf tavrıyla değil, demokratik yurttaşlık ilkesi uyarınca ve telafi duygusuyla yapıldı.
***
Kamp Armen'in iadesi vakıf reformuna göre bile mümkün olmaktan çıkmıştı.
Yıllar sonra belki nakdi tazminatı alınabilirdi, çünkü dördüncü, beşinci kişilere satılmış ve özel mülkiyet hakkına girmişti.
Dönemin Başbakanı Davutoğlu'nun verdiği destek ile devreye girdim, Kadir Topbaş, Selim Temurci ve Şadi Yazıcı ile aylarca uğraştık formül yaratmak için.
Sorunun çözülebileceğini fark edenlerin ne kadar rahatsız olduğuna, çomak sokmaya çalıştıklarına bizzat şahit oldum.
Hrant'ın rüyasını siyasi irade ve diyalog kanallarını çalıştırarak çözdük.
Teşekkür bile edemediler.
Bir teşekkürün altında kaldılar, yapamadılar. Bunun yerine beni linç ettiler.
Teşekkür beklediğimden veya linci umursadığımdan değil, bir ruh halinden bahsediyorum.
1915 metre, hatta çok daha derinlerde debelenmeye dair bir ruh hali bu.
İşte soytarılık peşinde koşmanın ve siyasi dilencilik yapmanın bedeli, bu hallere düşmek.
Şükür ki, Ermeniler içinde azınlığa denk geliyorlar. Ortalama sağduyu, uzlaşı ve iyi şeyleri takdir etmekten yana.
Ancak, Ermenilerin, Ermenistan, diaspora ve Türkiyeli kısımlarıyla sıkıntılı hallerini görmek ve söylemek de boynumuzun borcu.
Hrant yaşasaydı, muhtemelen yukarıdaki satırları kendi gazetesinde bile yazamayacaktı.
Bu bir gerilemedir, trajik bir gerileme.
Ermenilere bunu yapmaya kimsenin hakkı yok.