Herhalde dinlere en zarar verecek şey onu bir ideoloji haline getirmek olmalı. Nedenleri bariz; uhrevi olanı alıp seküler düzenin bir oyuncusu haline getiriyor, onu ister istemez diğerlerine eşitliyorsunuz. Bu hatayı ilk önce Batı kilisesi yaptı. Aquinolu Tomas, Aziz Anselm, Aziz Abelard bir çığ gibi yaklaşan Akılcılığı kiliseyle -onun lehine- uzlaştırmak adına İncil’i akılla yarıştırmaya kalktılar. Eh, yarışanlar da en azından müsabakanın başında, eşittirler.
***
Bu noktada devleti ve Müslüman uyrukları bir arada tutacak tutkal olarak Sünni/Hanefi/Türk öğelerini temel alan türden bir İslamcılık öne çıktı. Sultan Abdülhamid bu amaçla Hilafet makamını Düvel-i Muazzama’ya karşı siyasileştirdi. Diğer yanda İslamcılık, İslam’dan büyük/değerli olamayacağı için bu tercih ciddi manada bir kaybı ima ediyordu. Yani din insanların üstünde uhrevi bir referans noktası olmaktan çıkıyor, istemeden de olsa seküler düzenin “uyruklarından” biri haline geliyordu.
***
Bu tercih 19. yüzyılın siyasal alt üst oluşları ve çok zor şartlarıyla birlikte değerlendirilmelidir. Öte yandan benim bildiğim kadarıyla, İslam’daki ümmet kavramının içine Müslüman olmayanlar da girmektedir.
İslamcılık yoluyla ümmet ve millet kavramı belirli bir ideolojiye ve sosyolojik koda indirgenince, devleti bir arada tutan asıl mevhum olan “Adalet” kavramı da Kuran’da tarif edildiğinin aksine evrensel olmaktan çıkıyor, daralıyordu.
***
Mesele Abdülhamid Han’ın İslamcılığı/Türkçülüğü ile kısıtlı kalmadı. İttihatçılar ve Kemalistler dini işin içinden çıkartarak aynı ideolojik zihniyeti devraldılar. (Bu arada dünyada çoğu ülke -Rusya gibi- bu yolu takip ediyordu. Liberalizm, milliyetçilik vd. gibi İslamcılık, Türkçülük de modern aklın ürünleriydi.
***
O zaman soru sanki şu olmalıdır; bugün din olarak tanımlanan, onun seküler anlamlar bindirilmiş, cismani öğelere indirgenmiş ideolojik hali midir? Eğer öyleyse bu halin devlet yönetimine, adalet anlayışımıza yansıması nasıl olmuş ve olmaktadır?
Sıkıntılarımızın ciddi bir kısmı acaba bu noktadan mı zuhur etmektedir?