16 Nisan’da kabul edilen anayasa değişikliğiyle siyasetin temel dinamiklerinde köklü değişiklikler oldu. Önceki sistemde, millet iradesi, siyasi aktörlerin “tercih ettiklerinde” başvurdukları tali bir meşruiyet kaynağıydı. 1946 yılından beri çok partili siyasi sisteme ve demokrasiye geçtiğimiz iddia edilebilir. Ancak, millet iradesi “otorite kaynağı” olan devletin yönetilmesinde, olsa olsa seçeneklerden bir tanesi olabiliyordu. İktidar pek çok güç arasında paylaşılıyor, böylelikle, seçilmemiş, bir kısmı atanmış, bir kısmı da gayrimeşru olan aktörler, ülkenin yönetilmesinde ciddi rol oynuyorlardı.
3 Kasım 2002’de AK Parti millet iradesini temel alarak bir iktidar yolu izlediğinde, başına gelenlere hep birlikte tanık olduk.
Tabii ki demokrasiyi yasal düzenlemelerle mükemmel hale getiremezsiniz. Keşke o kadar kolay olsaydı. Esasen, iyi anayasa ve kanunlar, milletin demokratik mücadelesinin doğal sonuçlarıdır. Bu süreçler yaşanmadan kanunlar mükemmel olsa da demokrasi yaratamayacaktır. O yüzden siyaset/toplum mühendislikleri, uzman/aydın fetişizmi hep kötü sonuçlar doğurmuştur.
Şunu da eklemek gerekir ki, bu hikâye hepimizin inşa ettiği bir tecrübedir. Mesela, 16 Nisan’da ister Evet, ister Hayır desin, tüm vatandaşların katkısı ile bir aşama kaydedilmiştir. Hayır’lar olmasa Evet’lerin, Evet’ler olmasa Hayır’ların bir değeri olmayacaktı. Hayır çıksaydı da bu durumu böyle tespit etmek durumundaydık.
AK Parti’nin Genel Başkanlığını yeniden devralan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın grup konuşmasında altını çizdiği “Kökenine inancına bakmaksızın herkesi ülkenin doğal bir parçası olarak gören, 80 milyonun gönlünü kazanmayı hedefleyen” bir siyaset, artık yeni sistemle kurumsallaşmış, merkezi kural olmuştur.
Türkiye bir imparatorluk bakiyesi… Ülkemiz çok çeşitli toplumsal kesimlerden oluşuyor. 20. Yüzyıl, çoğulculuğun, çeşitliliğin bir tehdit olarak görüldüğü hastalıklı bir akıl üzerinden yaşandı ve çok acılara neden oldu. Oysa, çeşitliliklerimiz bir tehdit değil bir güçtür.
Bu tecrübeyle, Yeni Türkiye, yeni hükümet sisteminin de yardımıyla, tüm kesimleri devlet yönetimine ortak eden, çoğulcu bir anlayışla inşa edilmeli. Tüm partiler, kendi alışıldık tabanlarından 80 milyona doğru esnemek mecburiyetinde.
O yüzden, her siyasi parti ezberlerini bozmak, başka mahallelere ulaşmak, gettolarından çıkmak durumunda. Muhafazakârı, seküleri, müslimi, gayrimüslimi, inananı inanmayanı, Sünni’si, Alevi’si ile tüm mezhepleri, şu veya bu yaşam biçimini özgürce yaşamak isteyeni ve tüm etnik kesimleri, siyaset yapanlar açısından herhangi bir ayrıma tabi olmaksızın, yargılanmaksızın kucaklanmak zorunda.
Hepimizin bir hayat görüşü, kendisini adadığı bir inanç sistemi, hoşlandığı, tabi olduğu bir hayat biçimi olacaktır ve bu en temel haktır. Zaten bunları güvence altına almayan bir sistem demokratik değildir.
Buradaki hassas nokta, özellikle siyasette, temsil alanlarında ve bürokraside görev alanların, öznel kişilikleri ile görev kişilikleri arasında ayırımı iyi yapmaları gerekliliğidir. Sübjektif değer ve kuralların, objektif olunması gereken alanlara taşınmaması gerekir. Bu kural, her ikisinin de saygıdeğer olduğu gerçeğini değiştirmez. Herkes kişisel hayatında kendi kurallarına göre yaşamakta serbest olmalı ama kamusal alanda ortak kurallara da riayet etmeli. Demokrasinin de temel prensibi budur.
Zaten bu başarılamadığında, herkes kendi doğru bildiğini tüm topluma dayatmaya çalıştığında, toplumsal barışı bozma adına dış müdahalelere de açık olunuyor. Kürtçe ve başörtüsü gibi birçok yasakla geçmişte bunları yaşadık.
Yani demokrasi, vatandaşların mutluluğu yanında, aynı zamanda bir iç güvenlik meselesidir de…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni dönemin hedeflerini çok iyi tarif etti. Yeni sistem başarılı olmak için çoğulculuğu siyasete adeta dayatıyor. Şu iki küsur yılda, kendisini kıyasıya/cesurca eleştiren, çoğulculuk ve demokratik değerlere en hızlı intibak edenler Türkiye’nin geleceğinde milletin teveccühüne layık olacaklar.