Pazar akşamı, Görele’nin işgalden kurtuluşunun 100. yılını anmak üzere bir araya geldiğimiz toplantıda hemşerilerimle paylaştığım düşüncelerimi bazı ilaveler ve çıkarmalar yaparak burada da paylaşmak istedim:
Ben; 70’li yıllarda 20’li yaşlarda bir delikanlı olarak o günkü okumalarım ve bilgilerim doğrultusunda dünyanın ve eşyanın sırrını çözdüğüme inanırdım.
Dünyanın sırrını çözen kişiye ‘dünya vatandaşlığı’ yakışır der ve kendimi öyle takdim ederdim.
Bu nedenle birer gettoya dönüşmüş hemşeri derneklerinden uzak durup; başka hiçbir ölçüyü ve kriteri kale almayan hemşeri dayanışmasından nefret ederdim.
Zamanla;
Yaşım ilerledikçe, okumalarım çeşitlenip görgülerim ve tanıdıklarım arttıkça, bilhassa akıllı ve vicdanlı insanlar tanıyıp onların fikirlerinden ve tecrübelerinden faydalanmaya başladıkça… düşüncelerim de yavaş yavaş değişti.
Duygu ve düşünce dünyamda bir anlamda tersine bir yolculuk başladı.
Bu yolculuğun ilk evresinde; ‘tarih’ kavramının bize mekteplerde bir ders olarak okutulandan başka anlamları olduğunu öğrenmemle birlikte; medeniyet, millet, devlet, gelenek gibi kelimelerin hayatımızda neye, nereye isabet ettiğini çözdükçe;
Dünya vatandaşlığından, Türkiye vatandaşlığına indim, Türkiyeli oldum.
Yolculuk burada bitmedi; daha birçok nedenlerin yanında İbni Haldun üstadın ‘coğrafya kaderdir’ kavramsallaştırmasıyla karşılaşınca Karadenizli, Giresunlu oldum.
Yetmedi; yine Koca Haldun’un asabiyet teorisi üzerinde yoğunlaşıp, oradan çıkarsamalar yapmaya başlayınca çepni oldum.
Ve dahası…
Ve dahası…
Ferdin şahsiyetinin oluşmasında içine doğduğu coğrafya kadar, kültür havzasının da önemli bir yer tuttuğunu; kullanılan lehçenin, imecilerin, düğünlerin, dağların, derelerin zihinlerde oluşturduğu görsellerin, ninni niyetine söylenen türkülerin bir daha hiç çıkmamak üzere zihnimizin ve ruhumuzun derinliklerine kazındığını anlamamla birlikte;
(Şimdi 65 yaşını ikmal etmiş birisi olarak bunu burada, böylece söylemek kolay. Ama gerçekte o kadar kolay ve çabuk olmadı. Mesela; müzik ve resim zaten 40’lı yaşlardan sonra hayatımda ağırlıklı bir yer edinmeye başlamıştı. Buna paralel olarak doğduğum ilçenin bu iki konuda ne kadar ayrıcalıklı ve başarılı olduğunu fark etmiştim.
Kolay anlaşılabilecek bir husus değildi. Benim doğduğum topraklar hiçbir zaman kozmopolit, büyük şehirlere komşu olmamış, kendisi de bir merkez konumuna ulaşmamıştı.
Oysa sanat dediğimiz şey, umranın yüksek olduğu, farklı fikir ve zevklerin zaman zaman çatıştığı, zaman zaman iç içe geçtiği merkezlerde, karışık (karmaşık değil) şehirlerde gelişirdi. Hal böyleyken, özellikle musikide bu kadar yüksek bir irtifaya nasıl çıkılmıştı?.. Hâlâ bu sorunun cevabını tam olarak verebilmiş değilim. Ağasar Havzası olarak türkülerimizde de yerini alan bu bölgenin, bugün Karadeniz kemençesi olarak bilinen sazın ve onunla üretilen musikinin merkezi/anavatanı olmasının sırrını anlayabilmek için en az üç-dört doktora çalışmasına ihtiyaç olduğu ortada. Gönül ister ki bu çalışmaları içeriden, bölgeden birileri yapsın. Tam bu noktada Giresun Üniversitesi Rektörlüğüne/Rektörüne, Görele Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığına/Dekanına ve çalışanlarına ve de öğrencilerine bir selam göndersek mi… dersiniz?)
Velhasıl;
Bugün; bunca yaşanmışlıktan ve bunca serencamdan sonra, bir ilçenin mensubu olarak, bir GÖRELEli olarak buradayım.
Görele’yi seviyorum.
Göreleli olmayı önemsiyorum.