1- Gavurca ‘fobi’ kelimesine sözlüklerin verdiği Türkçe ‘korku’ değil bizim sözünü etmek istediğimiz.
Bu bağlamda ‘fobi’ şahsi bir şeydir ve kişinin kendisinden başka en fazla hekimleri ilgilendirir.
Oysa ‘fobi’nin bir de sosyalleşmiş hali vardır ki buna ‘kolektif fobi’ diyebiliriz.
Mesele de bizi sosyalleştiği oranda ilgilendirmektedir.
İster ferdi ister kolektif anlamda ortaya fobik bir durum çıkmış ise…
Orada izan, insaf, akıl, mantık, öngörü, içgörü, adalet, merhamet vs. hepsi taca atılmış demektir.
2-Günümüz Türkiye’sinde en güçlü kolektif fobi kuşkusuz ‘Erdoğanafobi’dir.
Bunun niçin ve nasıl oluştuğunu ayrı bir tartışmaya havale ederek şunu söyleyebiliriz ki; gerek Türkiye içinde gerekse Türkiye dışında bu hal ilk kez Erdoğan’ın başına gelmiş bir şey değildir.
3-Bundan yüz yıl önce, Tevfik Fikret’in etrafında toplanmış bir grup Osmanlı aydınında husule gelen Abdülhamitefobi hali öyle bir raddeye ulaşır ki;
Bu korkuya kapılanları, devlet ve milletin bir beka sorunu yaşandığı bir devirde dahi, devletin ve milletin bekasına kast etmiş milletlere ve/veya devletlere pohpohlanma derecesinde bir merbutiyete sürükleyebilir.
“Sabık sefirlerden Ali Galip Bey’in Rumelihisarı’ndaki evinde yapılan toplantı, büyük ihtimalle, Abdülhamit’i devirmek üzere hazırlanan geniş kapsamlı planın bir parçasıydı. Toplantıya Arnavut İsmail Kemal, İsmail Safa, Hüseyin Siret ve Ubeydullah Efendi katıldılar. İsmail Kemal Bey’e göre, eğer Güney Afrika’da bağımsızlık savaşı veren Boerler’e karşı İngilizlerin galibiyeti temenni edilecek ve bu temenni İngiliz elçisine bildirilecek olursa, Sultan Abdülhamit’in İngiltere’ye karşı yürüttüğü düşmanca politikayı aslında halkın ve aydınların benimsemediği gösterilmiş olacaktı. (…)
Bu teşebbüsün arka planını Tevfik Fikret’ten naklen anlatan Mehmet Rauf’a göre, Arnavut İsmail Kemal bir gün İngiliz seferi ile konuşurken söz dönüp dolaşıp Türklerin meşrutiyet idaresine layık olup olmadığına gelir.
İsmail Kemal, ‘Türkler daldıkları bu uyku içinde meşrutiyeti ne yapacaklar?’ diyen elçiyi ikna edemeyince, gerekirse canlarını seve seve verecek meşrutiyet taraftarları bulunduğunu belirterek, İngiltere gibi ‘terakki ve temeddün’ taraftarı bir devletin kendilerine yardım etmesi gerektiğine dair heyecanlı bir nutuk söyler. Elçinin verdiği karşılık ilgi çekicidir. ‘İngiltere belki bu vazifeyi kabul eder, fakat önce Türklerin kendisine bu liyakati ispat etmeleri lazımdır.’ (…)
20 Kasım 1899 Pazartesi günü Hüseyin Siret, İsmail Safa, Ubeydullah, Zehavizade Cemil Sıdkı, Abdülhamit Zehravi ve gençlerden sekiz on kişi toplanarak İngiliz Sefareti’ne gider. İngiltere’nin galibiyetinin temenni edildiği metni elçi Sir Nicholas O’Connor’a takdim ederler. (…)
Meşrutiyet’ten hemen sonra İstanbul’a dönen İngiliz Elçisi Malet’i Sirkeci İstasyonu’nda coşkun bir tezahüratla karşılamış, hatta arabasını, atları çözüp kendileri çekmişlerdi. Daha şaşırtıcısı, Askeri Tıbbiye öğrencilerinin, bir ayaklanma sırasında, ne kadar hürriyetçi olduklarını göstermek için, okullarına İngiliz bayrağı çekmeye kalkışmalarıydı…”
Şükür ki; bugün, bizi terbiye etmeleri için Avrupa’ya ve Amerika’ya yalvaran mebzul miktarda kişi olmasına rağmen, henüz evine ve kurumlarına yabancıların bayrağını çekmeye kalkışanlarımız yok…
Not: Alıntılar Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Peyami’ adlı kitabından yapılmıştır.