Avrupa’daki Müslüman&Türk imajının güncel boyutları hepimizin malumu. Bu algının kökeninde ise çok derin bir tarihsel süreç var. Haçlı seferleri, ardından sömürgecilik, Müslüman dünyaya dair algıları ilmek ilmek örmüş. Akademik metinler, sefaretnameler, romanlar bunların yazınsal izdüşümünü oluşturuyor. Bu ilmeklerden birinin, mesela bir sefaretnamenin bu algının oluşmasındaki rolünü ortaya koyan bir kitap okuyorum şu günlerde. 90’lı yıllarda Türkçeye kazandırılmış ‘Venedik ve Babıali’ kitabı, Batı’nın coğrafyamıza dair imgeleri nasıl kurguladığına dair tarihsel bir zemin sunuyor. Kitap, tarihçi Lucette Valensi’nin 1503-1641 yılları arasında İstanbul’a atanmış Venedik elçilerinin Türkiye üzerine kaleme aldığı kırk sefaretnameyi incelediği bir çalışma.
Her şeyden önce, bu tür raporlar, bir elçinin sadece dış gözlemlerinden oluşmuyor. Elçi kendi kültürel arka planı üzerinden gördüklerini aktarıyor. Sözgelimi, Venedik, surları olmayan bir kentti. Bu coğrafi özelliği, yurttaşların devletten beklentilerini iyi ve mutlu bir yaşam üzerine kurmasına zemin teşkil ediyordu. Özerk yönetim yapısı da bu çerçevede biçimlenmişti. Böyle bir kültürden gelen bir elçinin, tüm niyetlerinin ötesinde Osmanlı’da gördüğü, devletin her şeye hakim olduğu yapıyı, despotizmle özdeşleştirmesi bir noktaya kadar anlaşılabilirdi. Fakat elbette bir noktaya kadar! Noktadan ötesi, niyet, kasıt ve siyasetti…
Bu elçi raporları sadece Venedik’te değil, tüm Avrupa saraylarında yankı buluyordu. Bir Venedik elçisi ülkesine döndüğünde yurttaşların da katıldığı, senato önünde törensel biçimde icra edilen, saatler süren bir buluşmada raporunu okuyordu. Bu raporların içeriği adeta Avrupa dışındaki dünyanın yanıp sönen sahne ışıklarıydı. Kısa sürede diğer Avrupa saraylarına yayılıyor, Osmanlı dünyasıyla ilgili kanaatleri inşa ediyordu. Tüm Avrupa sefaretnameleri içinde Venedik elçi raporlarının özel bir yeri vardı. Zira bu raporlar taşıdıkları bilgi yanında sanatsal yazma becerileri de içeriyordu.
Bu sefaretnameler muhatap devletin yeterliliklerini, insan, madde ve para kaynaklarını, kara ve deniz güçlerini elçi gözünden yorumlayan eserlerdi. Keza devletin ittifak ve çatışma potansiyellerini gösterme iddiasındaydı. Daha önemlisi bu sefaretnameler, Avrupa ülkelerinde üretilen felsefi, edebi, sanatsal eserlere arkaplan oluşturuyordu. Tarihçi Lucette Valensi, 1503-1570 arası sefaretnamelerin, ki II. Bayezid, I. Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim dönemini kapsar, ileride Montesque’nun doğu despotizmini kuracağı bileşenlere sahip olduğunu söyler. Aynı şekilde Vivaldi’nin savaş oratoryosu olan Juditha Truimphans, bu ortak algının müzik alanındaki yansımasıydı.
Venedik ve Babıali kitabının satırlarından, elçi raporları üzerinden aslında bir ‘despot’ imgesinin nasıl oluşturulduğunu izlemek mümkün. Bir yanıyla Avrupa’nın kendi tarihsel tecrübesinin yönlendirdiği bakış açısı ama öte yanıyla da İslam’a, Türklüğe duyulan öfkenin birleşmesinden oluşan bu imge, tarihsel süreç içinde katlanarak bugünlere geldi. Bugün, Türkiye’yi, Müslümanları yakından ilgilendiren bu sorunlu algılarla mücadele ederken, bu tarihsel boyutu doğru okumak, müziğinden edebiyatına Avrupa kültürünün kılcal damarlarına sirayet etmiş bu imgeleri iyi tanımak gerekir. Ama aynı zamanda edebiyat ve diğer yazınsal türler üzerinden bu algıları kırıcı çalışmalar neden yapamadığımız üzerine daha çok düşünmek…