20.yy’da ortalama bir insanın hayat boyu karşılaştığı insan sayısı ile 21.yy’da sade bir vatandaşın yüz yüze geldiği insan sayısı mukayese dahi edilemeyecek kadar farklı. Küreselleşme olgusu bizi çok sayıda insanla, kısa süreli ilişkiler kurmaya sevk ediyor. Bazen da dip dibe yaşamaya… Farklı geleneklerin, farklı sosyo-politik aidiyetlerin karşılaşması yepyeni iletişim biçimleri doğuruyor. Bu kadar çeşitliliğin bir arada ahenkle yaşamasını temin elbette kolay değil. Bu yönüyle, 21.yy’ın en ciddi gündemlerinden birisi çoğulculuk. Ve bu çoğulculuğun nasıl bir toplumsal örgütlenme ile inşa edileceği…
Kirpi metaforuyla ifade edecek olursak, soğuk günlerde kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar. Fakat dikenleri birbirlerine batar. Mesafeyi artırıp uzaklaştıklarında ise, soğuktan şikâyetçi olurlar. İleri-geri hareket ederek birbirlerine dikenlerini batırmadan en uygun mesafeyi bularak ısınmaya çalışırlar. Sosyal bir varlık olan insan da böyle. Hem bir arada yaşamak, hem de birbirlerinin hassasiyetlerini gözeterek uygun mesafe belirlemek durumunda.
Tabii küreselleşmenin ortaya çıkardığı yakınlaşmalar her zaman bu kadar kolay ve iyimser reçeteler sunmuyor. Sözgelimi, Batı için bu küresel yakınlaşmaların en temel sorunlarından birisi, İslam ve Müslümanlarla kurulacak ilişkinin mahiyeti. İslamofobi, Batı’nın çokkültürlülük ajandasını da dönüştürüyor. Öyle ki Batı, İslam söz konusu olduğunda çokkültürlülük gibi, içinde ‘farklılıkların zenginliği, bu zenginliğin getirdiği birikim, hoşgörü’ gibi pozitif anlamları olan rüya bir kavramın hakkını vermek şöyle dursun, söylem-eylem tutarsızlığına da düşüyor. Çünkü hakim unsurları WASP (yani beyaz (White), Anglo-Saxon, Protestan) olmak yanında bazı ‘kabul edilebilirlik’ standartları olan çokkültürlülük politikaları, teoride fırsat eşitliği, karşılıklı hoşgörü ve kültürel çeşitlilikler gibi şatafatlı bir model sunsa da, fiiliyatta çoğunlukla Müslüman varlığına takılıyor. Müslümanlardan dönüşüm bekliyor. Öte yandan, euro-centrik bakışın ‘mutlak ben’i, ‘mutlak ötekiler’ ilan ettiği Müslümanların şüphe kültürüyle inşa edilen ‘çokkültürlülük’ potasında eriyemeyecek dirençleriyle karşılaşıyor.
21.yy’da dünyaya ‘değer’ sunma potansiyeli kendinde mündemiç yegane güç olan Müslümanların bu gerilim içinde, temsil problemlerini aşarak asimilasyonla entegrasyon arasındaki hassas dengeyi kurması gerekiyor. Batının ise, çok kutuplu ve çok merkezli bir dünyaya artık uyanması icap ediyor. Küreselleşen dünyanın ‘birlikte var olma etiği’ni kabul etmesi ve ‘öteki’ kurgulamaktan vazgeçip, başkalarını kabul ederek kendini zenginleştirme becerisi için kolları sıvaması gerekiyor. Batı bu olgunluğa erişene kadar ise, Müslümanların tüm dillerde karşılığı olan ‘adalet, doğruluk’ gibi evrensel ilkeler konusunda söylem üstünlüğünü elde edecek pratik adımlar atması hayati önem taşıyor.
Son Paris saldırıları ile yeniden gündeme gelen İslamofobi ve Müslümanların temsili meselesi bir kez daha masamızda acil kodlu işler arasında hepimizin ilgisini bekliyor.