İstanbul’da, sosyal dokusu dini temsillerle mesafeli bir ilçenin müftülüğünü bir vesileyle arıyorum. Alo diyen ses, daha ilk dakikada ülkemizin kuzey bölgelerinden bir esinti yayıyor kulağıma. Aksanlı bir Türkçe ile ‘niye arıyorsun?’ kıvamında bir soruyla işini bitirme telaşında. Fakat ‘iyi günler’ girizgâhını bir şekilde savuşturmak durumunda. Belli ki birine ‘iyi günler, günaydın ya da hayırlı sabahlar’ demek şahsın hayatında bayramlık-seyranlık bir durum. Zoraki bir mukabelenin ardından ‘acele et, ne diyorsan de!’ modunda ‘hıı, söyle!’ sesi duyuluyor.
‘Falanca birimden bir yetkiliyle görüşmek istiyorum’ talebi ‘bana sor!’ emriyle ikinci bir nezaket engeline takılıyor. İlgili birimin ayrı bir binada olduğunu, başka bir numaradan ulaşabileceğimi öğrenene kadar sabırla katlanıyorum bu nezaketsizliğe. Karşıdaki ses bir an önce konuşmayı sonlandırıp -çok önemli işi her ne ise-, ona dönmek üzere rakamları sıralıyor peş peşe. Ve ‘Hayırlı günler’ temennisiyle telefonu kapatıyor.
Bu ve benzeri diyaloglar bu toplumda çok da yabancısı olmadığımız şeyler. Üstelik sadece dini kurumlara atfedeceğimiz kusurlar da değil. Ülkemizi esir alan lümpen kültür içinde toplumun geneline teşmil edebileceğimiz toplumsal alışkanlıklar. Bu ve benzeri davranışlarla karşılaştığımızda, kimi zaman göz yumup geçiyor, kimi zaman gerektiği şekilde mukabele ediyoruz. Kimi zaman da toplumsal kaderin bir parçası sayıp, nasıl bu hale geldiğimizin münakaşasına girişiyoruz.
* * *
Zira bir zamanlar bu topraklar Batılıları hayran bırakan bir imparatorluk adabına tabi idi. ‘Paşadan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okullarda yetişmiş, aynı asalet mertebesine sahip senyörler olduğu’ ifade edilirdi. Pierre Loti’nin ifadesiyle, ‘sadelik içinde ihtişamı, sükûnet içinde belâgâtı, zarif bir durgunluk içinde duygulu bir hayatiyeti ve parıltılı bir hayat içinde kibar bir hakikati hissettiren yegâne mevcut’tu Türkler.
Ne yazık ki, incelmiş, rafine bir toplum olma özelliğini Batılılaşma hayhuyu içinde kaybettik. ‘Buyurunuz, hürmetler, saygılar’ gibi sözler, toplum tabanında ancak üst bir makamdan aradığınızı söylediğinizde el-pençe divan pozisyonunda ezik bir tonlama içinde duyabileceğiniz şeyler haline geldi. Ya da samimiyetsiz ve göstermelik bir PR kibarlığı içinde, arkanızı döndüğünüzde bambaşka bir çehreye bürünebilecek sathi davranış kodlarına dönüştü.
Karşınızdakinin her şeyden önce yaratılmışların en şereflisi insan olduğu için saygıyı hak ettiği, mesleği, makamı ne olursa olsun rafine bir muameleye layık olduğu terbiyesi unutuldu. İçselleştirilmiş bir nezaket ve adap, toplumumuzun kılcal damarlarından çekilip, yok oldu. Samimiyetle mesafenin sınırının tayin edilemediği ya yapay, ya ezik bir iletişim usulü tedavüle girdi.
* * *
İnsanların din ile mesafesini artıran bu tür muameleler, Diyanet teşkilatının başında ne kadar rafine bir yönetim usul ve üslubu olsa da, tabanda daha çok eksiklerimiz olduğunu gösteriyor. Çünkü birkaç yüzyıllık yitik bir medeniyet kaybı var ortada. Bu açığı nasıl kapatırız bilinmez ama tez elden, hiç olmazsa birkaç on yılı kurtarmak adına henüz ana sınıfından başlayarak eğitim programlarımıza adab-ı muaşeret derslerini dahil etmemiz gerekiyor.
Ya da -ironik bir dille söyleyecek olursak-, bir süre her gün 100 defa ‘teşekkür ederim’, 100 defa ‘affedersiniz’, 100 defa da ‘lütfen’ demek durumundayız toplumca. Bunları gündelik dilin bir parçası haline getirebilirsek tümünü değil ama pek çok sosyal problemi de çözebiliriz böylece. Trafikte karşılaştığımız sorunlardan kadına şiddete, çözüm süreci adıyla siyasallaştırdığımız bir arada yaşama hedefinden daha nitelikli bir sosyal hayata, nice ülke sorununun kaynağında insana duyduğumuz saygıyı dinamik tutacak bu adap ve nezaket yaklaşımı var çünkü.