Osmanlıca, Türkiye’de yalnızca bir dil (yazı dili) konusu değil, fikri komplekssizliğin, tarihi mirasın tüm katmanlarıyla barışık olmanın, entelektüel ufkun ve nihayetinde kültürel değinliğin mevzu. Gördüğü her arap alfabesini Kur’an’dan bir ayet sanan cehaletin aksine, gördüğü her Osmanlıca belgenin nüanslarına vakıf bir donanım az ne yazık ki ülkemizde. Akademik tarihçilikte bile böyle malesef. Sadece arşiv malzemesine gömülmüş, yorumdan yoksun tarihçilik ne kadar eksikse, arşiv malzemesini tanımayan ama teoriden tarihi gerçeklik üreten tarihçilik de o derece sorunlu ve eksik. Oysa değerlendirilmeyi bekleyen öylesine zengin bir belge dili var ki, Osmanlıca belge mirasımızın. Bugün bürokraside ‘belge’ deyip geçtiğimiz dökümanların çok farklı türleri var Osmanlı arşivinde.
Bu konularda bize rehberlik eden en yetkin eser, hocaların hocası Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu’nun Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik) kitabı. Osmanlı diplomatiğine emek vermiş Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Prof. M. Tayyib Gökbilgin’in hatırasına ithaf edilmiş eser, tarihçiler, entelektüeller ve Osmanlı arşivinde çalışma yapacaklar için esaslı bir rehber niteliğinde. Benim de vaktiyle iki yıl öğrencisi olduğum Mübahat Kütükoğlu Hoca, Osmanlı diplomatiğini ‘dipsiz kuyu’ olarak tanımlar. Hoca, yılların getirdiği yorgunluk ama müdekkik ruhuyla o dipsiz kuyuda hala yeni keşifler yapmaya devam ediyor.
Kendisinden öğrendiğimiz en temel şey, Osmanlı belge ilminin ne kadar mükemmel kaideler üzerine oturduğu idi. 16.yy’da ‘mektup’tan başlayıp zaman içinde çeşitlenmiş zenginliği ile bu deryaya dalabilmek için, sadece belgenin içeriğine, yazı stiline değil, kağıt cinsinden mürekkebine birçok şeye vakıf olmak gerekiyor. Sözgelimi tarihsiz bir belgenin devrinin tayininde kağıt, yazı cinsi ve karakteri önemli bir ipucu verebiliyor. Belgelerde kullanılan alamet ve mühürler bir başka değerlendirme kriteri. Tuğra belgenin padişaha ait olduğunu gösterirken, pençe üst kademeden bir devlet görevlisine aidiyeti bildiriyor. Bu kadar mı?
Bir belgenin padişaha ait olduğunun tespitinden sonra kime hitaben yazıldığını anlamak için ise, elkaba bakmak gerekiyor ki, sadrazamın, beylerbeyinin, kaptan-ı deryanın, hepsi birbirinden çok farklı.
Padişaha ait belgeler çeşitli nüanslara rağmen tuğradan hareketle daha kolay tanınsa da, devlet erkanı arasındaki yazışmalar, merkez-taşra muhaberatı, şehiriçi ve dairelerarası evrak, dilekçe, rapor ve fetvalar türlü şekilsel ve içerik özelliklerine sahip.
Bu dipsiz kuyuda yol almak, her ne kadar karmaşık ve zor gibi görünse de, sabır gösterildiğinde, bir imparatorluk kültürünün kodlarıyla tanışmayı vaadediyor. Fakat ne yazık ki, Osmanlıca biliyorum diyenler dahi, bu zenginliğin çok az bir kısmının farkında. Oysa bu denize biraz ayağını sokanlar, keşfe açık bir deryada olduklarını bilerek, cesaretle daha derinlere dalmalılar.
Zira bu serüven, Rika’dan, Divani’ye, Nesih’ten, Sülüs’e, Talik’ten Siyakat’a uzanan hat türlerinin bilgisine, kültür kodlarımıza ve aslında bizi kendimize götürüyor. Yeni nesli, kapatılmış bu tarih parantezini açarak, zihinsel blokajları ortadan kaldırıp, bir imparatorluk kültürü ile tanıştırmak için, Osmanlıca öğrenmek teşvik edilmeli ama bunun sadece bir ilk adım olduğu da anlatılmalı. Fakat bu anlatım, öylesine davetkar olmalı ki, gençler o ilk adımın götüreceği ufku anlayabilmeli.