Yerini yurdunu, evini, odanı, kütüphaneni, işyerini, mutfağını, eşyalarını, en sevdiğin kıyafetlerini, albümlerini, aile geçmişine ait her şeyi bırakıp gelmek... Sadece bir çift kıyafetle geçmişini bırakıp, hiç bilmediğin bir geleceğe doğru yola çıkmak...
Zamana ve mekana kayıtlı insanoğlunun başına gelebilecek en zor şey. Tıpkı 7 milyon Suriyelinin başına geldiği gibi.
Perşembe günü, Türkiye’nin en büyük çadır kenti Suruç’ta açıldı. 35 bin kişi kapasiteli kampın açılışını Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan Hanımefendi yaptı. Kobani (ya da Ayn el-Arab) halkına bir ev sahibi nezaket ve ilgisiyle hitap eden Emine Hanım, çocukların hayatında derin izler bırakan savaşı çocuklara nasıl izah edeceklerini dünyanın büyüklerine sorarak sözlerine başladı. ‘Çocukların küçük bedenlerinin, savaşın ağır yükünü nasıl taşıyacağını, kendimize sormamız gerek’ dedi.
‘Dünyadaki insan hakları örgütlerinin sınıfta kaldığı, kadın hakları savunuculuğunun iflas ettiği, çocuk hakları sözleşmelerinin hükümsüz kaldığı Ortadoğu’da’ Suruç çadır kentini bir ‘insanlık vahası’ olarak niteledi.
Uluslararası toplumun ilgisizliğini de gündeme taşıyan Emine Hanım, Kürt-Türk-Arap kardeşliğini pekiştirecek bu insanlık hareketinin Hz. İbrahim’in şehri Urfa’da vücut bulmasının manidar bulduğunu söyledi ve burası bir ‘Halilur-rahman sofrasıdır ve inşallah Halil İbrahim bereketine sahip olacaktır’ dedi.
Hitabının ardından kampları dolaştı ve ‘siz bizim misafirimizsiniz’ sözlerini teyit eder mahiyette çocuklarla yakından ilgilendi, kadınların kurs aldığı sınıflarda yapılanları yerinde inceledi.
AFAD ve Şanlıurfa valiliğinin organize ettiği açılış programının önemli bir parçası ise çadır kent sakinleriyle aynı sofrada yenen yemekti. Sivil toplum temsilcileri ve köşe yazarlarının da katıldığı yemeğin oturum düzeni, Kobanili misafirlerle Türkiyeli ev sahiplerini yan yana düşürecek şekilde planlanmıştı.
Yanımda oturan Esma, Kobani’de üniversiteye hazırlanırken, ansızın buraya geldiklerini, dört aydır Suruç çadır kentinde yaşadıklarını söyledi. Burada okula devam ettiğini ifade etse de, arkadaşlarından ayrı kalmak onu hayli üzmüştü. Kendileri geldikten sonra evlerinin yıkıldığı haberini aldıklarını söylerken, gözünün önünden kim bilir neler geçti? ‘Yıkık da olsa gidip görmeyi isterim çok’ dedi.
Bakışlarında, kendilerini yerlerinden yurtlarından edenlere kızgınlık ama her durumda nezaketi elden bırakmadan duygularını akıllıca ifade edebilme asaleti vardı. Ne kadar donanımlı da olsa bir çadır kentte yaşamanın zor şartları altında kendisine kitapları arkadaş kılmak isteyecek kadar da dingin bir ruha sahipti. İsteği üzerine özellikle edebi kitaplar gönderme sözüyle ayrıldık.
Oyunlarını mahallelerinde bırakıp gelen çocuklar, okullarından ayrılıp düzenlerini bozmak zorunda kalan gençler, tüm hayat birikimlerini yıkıntılar arasına bırakıp şehirlerini terk etmek zorunda kalan kadın ve erkekler... Hepsi sonu belirsiz bir geleceğin umudunu taşıyor aynı zamanda. Türkiye’nin muamelesi, Emine Erdoğan Hanımefendi’nin de ifade ettiği üzere ‘şiddet dolu bir dünyada güvenilir limanların da olduğunu onlara gösteren yegâne bir umut.’
Umulur ki, onlar bu imtihanı sabırla atlatırken, dünya da biraz olsun insanlığını hatırlar.