Fransız tarihçi Tocqueville Amerika’da Demokrasi kitabında refah içinde oldukları halde Amerikalıların neden bu kadar huzursuz olduklarını sorguluyor ve şunu söylüyordu; “İnsanların doğuştan veya servetleri dolayısıyla sahip oldukları ayrıcalıklar ortadan kalktığında ve ‘her işi her kesimden insan yapabilir’ fikri yaygınlaştığında gayretli bir insan şunu düşünür; artık istediği kariyere istediği yerden başlayabilecek, bu acımasız kaderin kurbanı olmayacaktır. Fakat bu düşünce bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Eşitsizlik toplumdaki genel kural olduğunda büyük eşitsizlikler dikkat çekmez. Ancak her şey aşağı yukarı birbirinin dengi olmaya başladığında en ufak farklılıklar bile göze çarpar. İşte tam da bu yüzden demokratik toplumların bolluk içinde yaşayan bireyleri tuhaf bir melankolinin içinde bulur kendini.”
Bu cümleler zenginlik ve fakirliği ‘Tanrı’nın inayeti’ olarak algılayan Ortaçağ zihniyetinden moderniteye geçişte herkese zenginliğin yolunu açan Batı’ya has bir zihinsel devrimi anlatır.
New York’ta Macy’s, Londra’da Selfridge’s, Paris’te Bon Marche gibi mağazaların açılışı işte tam da eskiden sadece soyluların ulaşabildiği malları sıradan insanlara ulaştıran bir sürecin başlangıcıdır Batı’da. Ortaçağda bazı insanların tarla sürdüğü ve diğerlerinin bu sırada ziyafet salonlarında süzülerek gezindiğini sorgulamak, Tanrı’nın gücüne meydan okumak anlamına gelirken, fakirlik ve zenginliğin anlamı artık değişmiştir. Zenginlik, şöhret ve statünün kapısı herkese açılmıştır, bu nedenle kişisel başarı hikâyeleri anlatan kitaplar en çok okunanlar arasına girer.
Batı toplumlarında zenginlik, fakirlik ve statü gibi kodların tarihsel gelişimini popüler bir felsefe diliyle anlatan Alain de Batton şunu söyler; “Aristokrasilerde hizmetçiler genellikle kaderlerini büyük bir nezaketle kabul ediyorlar, kaderlerine karşın ‘yüksek düşüncelerini, sağlam gururlarını ve kendilerine olan saygılarını’ koruyorlardı. Oysa demokratik toplumlarda basın ve kamuoyu sürekli olarak hizmetçilere toplumun en başarılı bireyleri olarak parlayabileceklerini, onların da birer sanayici, hâkim, bilim insanı ya da başkan olabileceklerini ima ediyordu.”
Fakirlik, zenginlik gibi olgular tarih boyunca Hobbes’tan Adam Smith’e, Engels’ten, Marx’a filozofların en çok tartıştığı, siyasal sistemleri belirleyen temel unsur olmuştur. Bu tartışmalar batılı toplumların gündelik hayatına çok da adil bir toplumsal düzen getirememiştir. Batı birtakım normatif düzenlemelerle toplumsal hayatı düzenlemiş olsa da, kapitalist döngüyü çevirmek adına insanlığın değer bazlı tüm ilkeleri ters-yüz edilmiş, intihar, alkolizm ve psikolojik rahatsızlıklar batılı toplumları istila etmiştir.
Ne yazık ki medeniyet dinamikleri, ontolojik duruşu batınınkinden çok farklı da olsa, pratikte Müslüman dünya da bugün bu istiladan kurtulamamıştır. Moderniteye teslim olmuş tüm zihinler gibi zenginlik, fakirlik ve para konusunda sağlam bir zihinsel pusuladan yoksundur.
Yaşadığımız son kazalar da bu pusulasızlığın ürünü değil mi? Son üç ayda Soma maden kazası, asansör cinayeti ve en son Ermenek hadisesinin ortak yanı çok kazanma hırsına kurban edilen ihmaller değil mi? Para, statü, fakirlik ve zenginlik karşısındaki sefil düşünce değil mi? Kurallar ve kanuni düzenlemeler gerekli ama bu kural ve kanunların gerekçesini ve ahlakını içselleştirecek bir bilinç devrimi her şeyden daha önemli. Bu nedenle bugün en temel problemimiz yapmamız gereken bu bilinç devrimi. Zira görünen o ki, bu olmadığı sürece kurallar da işlemiyor.