Mensubu olduğumuz kültür ve medeniyetin kodlarını keşfedebileceğimiz nice kaynak var. Bazen kalın bir kitap, bazen köşesi yırtılmış bir arşiv vesikası geçmişi bugüne taşıyan bir vasıtadır. Bazen yazının eksiğini resim tamamlar; minyatür, gravür devreye girer. Hepsi geçmişle bağımızı taze tutan tarihî kaynaklardır.
Öte yandan müzeler, medeniyetin maddi kalıntılarını saklayan tarih şehirleridir. Her biri, bir daha gelmeyecek çağların temsilciliğini yapan sâkinler ağırlar camekânlarda. Hatta ziyaretçilerinden yüz görümlüğü ister; bilet keser…
Buna karşılık cömertçe kapılarını herkese açan müzeler vardır. Açık hava müzeleri; mezarlıklar…
Miras aldığımız medeniyetin sahiplerinin yurdu.
Doğu ile Batı’nın hayata bakışını belirleyen düşünce farklılıkları, ölümü algılayış biçimine de yansıdığı için doğunun mezarlıkları batınınkilerden farklıdır. Batı’da hayatın dinamizmine gölge düşürmesinden korkulan ölüm, mezarlıkların aktif hayat alanlarından uzaklaştırılmasıyla unutulmaya çalışılır. Mezarlıklar, ekseriya şehirlerin dışına kurulur. Halbuki İslam şehirlerinde, hayatla ölüm arasındaki bütün sınırlar kaldırılmış, çarşıya giden, camiden çıkan insanlar ölüm fikrinin çok uzaklarında olmadığını hissetmişlerdir bu sayede. Şehrin içinde yer bulabilen mezarlıklar, ölümü korkulur olmaktan çıkararak, akıp giden hayatın son durağı olduğunun bilincini şuur altlarına yerleştirmişlerdir. Hatta mezarlık manzaralarıyla özdeşleşen servi ağaçlarının, ölümün soğuk yüzünü mûnisleştiren bir unsur olduğu kabul edilir geleneksel kültürümüzde. Kendine has kokusu ve yaz-kış yeşil kalan bir bitki olması yanında vahdeti, yani birliği temsil eder servi. Allah lafzının ilk harfi olan Elif’e benzetildiği için de rüzgârda sallanırken çıkardığı “Hû” sesiyle Allah’ı zikrettiği düşünülür.
Servilerin gölgelediği mezar taşlarının bizlere öğrettiği nice şeyler vardır. Eskilerin tabiriyle kıraat-ı seng-i mezar, yani mezar taşı okumak bir tarih metni okumaktan farksızdır. Sadece kitabe değil, mezar başlıklarının şekli dahi okunmayı, anlamlandırılmayı bekler.
Zira mezar taşındaki başlık türü ve süslemeler kabir sahibinin cinsiyetine işaret eder çoğunlukla. Devlet ve din adamlarının, askeri erkânın, esnafın, sanatkârın, ilim adamlarının başlıkları birbirinden farklıdır. Hatta her tarikat ehlinin mezar başlığı değişiktir. Hayattayken giydikleri başlığa, mezar taşlarında da aynen sadık kalınır. Bir Mevlevî’nin mezarı, bir Bektaşî’nin mezarından ilk görüşte ayrılır.
Hemen pek çok kitabe “Hüve’l-Baki” şeklinde bir girişle başlar; “Bakî olan O’dur” anlamında. Faniliğin sembolleri olan mezar taşlarında, Bakî’liğin ancak Allah’a yaraşır olduğunun ilanı, insanın Allah’ın iradesi karşısındaki teslimiyetine işaret eder. “Hüve’l-Baki” ibaresinin altında kulun rahmete olan muhtaçlığı da dile getirilir.
Bu mutlak hükmün ilanından sonra insan, dünyada iz bırakabilme, hayattan kopmama duygusunun bir tezahürü olarak kendi dünyasını yansıtmaktan da geri duramaz. Kimisi, mezar taşını apoletli kostümü şeklinde yaptırır, kimi dünyada iken yaptığı işleri anlatan bir tercüme-i hal koydurur, kimi de evladının vakitsiz ölümünden şikayet eden bir kitabe hakkettirir. Kiminde ise, ziyaretçiye doğrudan bir mesaj vardır;
“Ziyaretten murad bir duâdır,
Bugün bana ise yarın sanadır” gibi.
Her bir mezar taşında kişisel, toplumsal ve tarihsel malzemeler vardır. İnsan, hatırlanmak istediği gibi bir mezar taşı bırakır ardında.