Geride bıraktığımız yılın başında birisi kalkıp 2016’da yaşanılanları tek tek sıralayarak ‘önümüzdeki sene bunlar yaşanacak’ deseydi söyleyenin ne ‘felaket tellallığı’ ne ‘komploculuğu’ kalırdı; ayrıca söylediklerine kolayca inanacak kimse de herhalde bulunmazdı. Bir anlamda geçtiğimiz yılda yaşananlar tam bir kâbus senaryosunda yer alacak türden olaylardır. “Burada soru şudur: Bu kâbusu Türkiye’ye kim yaşatmıştır, yoksa yaşananlar tesadüfen mi arka arkaya gelmiştir? Bir boyutu doğrudan doğruya uluslararası ilişkilere bağlı olan siyasi nitelikli olayların meydana gelmesinin tesadüfle açıklanamayacağını hemen belirtmek gerekir.”
Tarihin doğrusal ilerlemediği, dalgasal veya devreli özelliklere sahip bir seyir izlediği ise kadim tarihçilerden bu yana bilinen bir husustur. İçinde yer aldığımız coğrafya bakımından tarihsel birçok kırılma, bir başka söyleyişle büyük değişim dalgasının ortaya çıktığı yıllar yaşanmıştır. Sıkça bahsedilen “1071 tarihsel olarak sadece Türklerin Anadolu coğrafyasına kapı açmasını göstermekle sınırlı bir olay değil, Roma İmparatorluk düzeninin çürümüşlüğünün su yüzüne çıkmasının ve yeni bir toplumsal istikrar düzenine olan ihtiyacın görünür olmasını sağlayan bir olaydır.”
Bağımsızlık yolunda
Bir başka değişim dalgası olarak 18-19.yüzyıllarda yaşanan toplumsal ve ekonomik devrimler, o zamana kadar yaşayagelen ‘imparatorluk çağının’ kapanmasına yol açan bir dizi siyasal devrime yol açmıştır. Bunlar arasında ‘ulus-devlet’ siyasal yapılarının doğuşu kadar, sömürge yönetimlerinin derinleşmesi de bulunmaktadır. Ayrıca bu süreçte, Batılılaşma ideolojisi diye bilinen; Batılı olmayan toplumların aydın ve siyasi kadroları tarafından benimsenen, kendi toplumlarını Batı’yı model alarak değiştirme projelerinin yaygınlaştığı bir dönemin yükseldiği bilinmektedir. Batı yükselen ekonomik ve askeri gücüyle bir taraftan sömürgeciliği yaygınlaştırıp hâkimiyet alanını genişletirken, Batılılaşma hareketleri de bir şekilde gönüllü sömürgecilik faaliyeti olarak Batı’nın yayılmasını kolaylaştıran bilhassa emperyalizme kapı aralayan bir işleve sahip olmuşlardır.
Bir anlamda ‘sömürgecilik ve Batılılaşma’ nasıl Batı hegemonyasının kurulmasının motivasyonları ise milliyetçilik ve demokraside bu hegemonya karşısında Batı dışı toplumların kendi kimliklerine dönme kendi varlıklarını gerçekleştirme hareketleri olarak önemli fonksiyonlara sahip olmuşlardır. “Batı sömürgecilik veya Batılılaşma siyasetleri üzerinden kontrol altına aldığı, vesayet ilişkileri kurup kendine tabi hale getirdiği ülkeleri, sömürgecilik sonrası dönemde de hegemonik ilişkilerle bağımlı kılmaya öncelik vermiştir. Batı kendisine karşı bağımsızlık mücadelelerini yürüten milliyetçi hareketlere karşı nasıl tahammülsüzse, iç yönetimlerindeki Batıcı otoriter yönetim biçimlerini değiştirmek isteyen demokratik hareketlere karşı da asla hoşgörülü olmamışlardır.”
Batı nereye?
Batı toplumları sömürgecilikten ‘emperyalist çağa’ geçtikten sonra da eski koloni veya sömürü düzenlerine karşı bağımsızlık mücadelesinin ideolojisi olan milliyetçi hareketlerin düşmanı oldukları gibi vesayet altına aldıkları otoriter Batıcı yönetimleri değiştirmek isteyen demokratik hareketlerin düşmanı olmuşlardır. “Bağımsızlık ve demokrasi emperyalist çağda Batı’nın sevmediği nefret ettiği iki akımdır. Bunun içindir ki yüz yıl sonra Ortadoğu coğrafyası bağımsızlığa ve demokrasiye doğru yönelince başına gelmeyen kalmamıştır.”
Batı’nın o demokrasi havarisi kurumları, ağızlarını açınca demokrasiden insan haklarından özgürlüklerden söz eden o ünlü Avrupa Parlamentosu, İnsan hakları kurumları, vb. Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Libya’da, Mısır’da yaşananlara karşı ne yapmışlar, ne söylemişlerdir? Bölgede, yeniden parçalama projelerinden, askeri darbeleri desteklemekten, terör örgütleriyle işbirliği yapmaktan öteye yaptıkları bir şeyin olmaması Batı’nın ‘insanlık değerleri’ karşısındaki durumunu çıplakça ortaya koymaz mı? Batı’nın krizi önümüzdeki yıllarda da derinleşerek devam edecek dersek, bu kehanet mi olur?