ELTEM İNAN
melteminan75@gmail.com
Onun adı’Fas’ ’tır. Onu bir filmde seyrettiğiniz ilk andan itibaren aklınızda yer eder. Onu izleyip de tanışmak istemeyeni yoktur. Fas’ın otantik ve gizemli güzelliği sizi göz göze geldiğiniz ilk andan itibaren etkisi altına alır…
Seneler geçtikçe, filmlerdeki Fas acaba değişiyor mu, gelişiyor mu, diye endişelenmiş, o nedenle de elime geçen ilk fırsatta uçağa atlayıp gitmeye karar vermiştim. ‘Casablanca’ ile başlayacak ardından ara yollara ve daha sonra kumdan yollara saparak yolculuğumu ve ‘Çölde Çay’ ile bitirecektim. Geçen hafta başlayan Kuzey Afrika turumuz bu hafta Fas ile devam ediyor çünkü ziyaret için tam da mevsimi!
KASABLANKA
Kasablanka’ya varır varmaz tüm rehber kitaplarında yer alan ‘Rick’in Barı’ na gidiyoruz. Burası aslında bir bardan çok restoran… Mekanın sloganı “Sam gerçekten de hala tekrar çalıyor”.“Rick’in Barı” her ne kadar ‘Casablanca’ filmindeki sahnelerin bir ‘yeniden yaratma’ çabası ise de bu konuda bir hayli başarılı olduğunu ve turistlerin ve ziyaretçilerin ilk uğradığı yerlerden biri olduğunu belirtmem lazım. Eski Medine’de, geçmişten kopup gelmiş bir binada konuşlanmış, filmin atmosferini ve yaşandığı dönemi yakalamayı başarmış bir yer. Bir piyano bile var! Piyanist her ne kadar Sam’i uzaktan yakından andırmasa da, en azından filmdeki meşhur şarkıyı mükemmel çalıyor. ‘As Time Goes By’ en çok istek alan parçalardan. Kalbimi hoplatacak fötr şapkalı bir Humphrey Bogart’a rastlamadıysam da, Rick’in barı ‘Fas 101’ dersine giriş anlamında iyi bir seçim. Böyle bir yer açmayı Amerikalı bir diplomat olan Kathy Kriger akıl etmiş. Yemeklerine de ayrı bir özen göstermiş. Balık seçenekleri ise çok lezzetli.
Rezervasyon yaptırmadan gitmeyin. (Tel: 0522 27 42 07 Adres: 248, Bd Sour Jdid. Place du jardin public. Eski Médina. Casablanca)
EN İYİSİ APTALI OYNAMAK
Casablanca, Fez ve Tanca şehirleri deri, baharat ve gıdanın yanı sıra takı, halı, incik boncuk gibi el sanatlarını satan Souq Shammal gibi pazarlarla dolu. Üstelik bir taşla iki kuş vuruyorsunuz çünkü hem alışveriş yapabiliyor hem de fotoğraf çekebiliyorsunuz. Tek sorun, makinenizin hafızasının muhtemelen çekeceğiniz fotoğraflara yetmeyecek olmasıdır. Nereye baksanız, artistik bir kare görüyor ve onu ebedileştirmeye çalışıyorsunuz. Beğendiğim çay bardaklarına fiyat biçmeye çalışırken, çok geçmeden fiyat biçilenin ben olduğumu fark ediyorum.
Sen 10 deve edersin!
Pazardaki tezgâhlardan birinde sergilendiğimden haberim yoktu. Adamın yüz ifadesi, bunu bir iltifat olarak algılamam gerektiği yönünde. Tekme mi atmalı, ne yapmalı karar veremiyorum. Söylediklerinde son derece ciddi görünüyor. Sanki alıcı az ileride, el sıkışacak ve beni bir Pazar torbasına koyup teslim edecek. Adamın söylediklerini anlamamış gibi yapıp, ‘Ha yes camel camel- evet evet deve deve’ deyip deve taklidi yapıp, aptal rolüne yatıp, pazardan hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.
DEV YAPILAR
Sıra Sahra çölünde. Herkes bu deneyimi yaşamam için Ourzazate bölgesini önerse de, ben daha ‘butik’ bir hava taşıyan Zagora’dan yana kullanıyorum tercihimi…Buradaki tüm yapıların, çölün dokusuna uygun bir şekilde yapıldığını görebilirsiniz. Yani çöl kasabasının ortasında dev bir AVM ya da beton bir yapı göremiyorsunuz. Ancak 5 yıldızlı otellerin büyük bir bölümü bir çeşit Disneyland uzantısı gibi. O dev yapılar, her ne kadar dokuyu bozmamış olsa da, iliştirilmiş gibi duruyor. Açıkçası ben tercihimi ‘Kasbah La Fibule du Draa’dan yana kullanıyorum. Ufak bu üç yıldızlı otel, tertemiz ve son derece etnik bir şekilde döşenmiş. Odaların duvarları kireç ve doğal sarımsı-hardalımsı renklerle ikiye bölünerek boyanmış. Süsleme amaçlı gaz lambaları ve Fas’a has kumaşlarla cibinlikler yapılmış. Otelin yemek de yiyebileceğiniz aynı zamanda uzanabileceğiniz ortak alanında ise oteli boylu boyuca çevreleyen ve akan minik bir su yolu var. İnsana huzur veriyor…
( Tel : (212)524847318 Adres: Casbah la Fibule du Draa, Hay Amezrou, 45900 Zagora)
ÇÖLDE ÇAY
Ben ise, ‘Çölde Çay’ filminin etkisinde bu coğrafyanın geleneği olan şekerli-naneli bir çay içmek için sabırsızlanıyorum. ‘Ah o çölün sıcağı’ diyenlerden dolayı epey gözüm korkmuş bir halde gitsem de, bölgenin kuru bir havaya sahip olması nedeniyle tahmin ettiğim kadar bunaltıcı çıkmıyor. Hatta Istanbul’un Temmuz- Ağustos aylarındaki boğucu-nemli sıcağını düşündüğümde, Zagora’ya baharın geldiğini bile söyleyebilirim. Her yer çöl kumu ve palmiye ağaçları kaplı ve açıkçası bu haliyle tam bir masal şehrini andırıyor. Yüzleri, kına ile özel desenler çizilerek boyanmış olan gözleri sürmeli kadınların hepsi, üzerlerinde ufak renkli çiçek desenleri olan siyah elbise ve çarşaflar geçirmişler. Evlerinin kapılarını çaldığınızda sizi güler yüzle buyur edip, eğer kadınsanız ellerinize ve ayaklarınıza kına ile bile boyamayı teklif ediyorlar. Kına ise özel bir şekilde yapılıyor. Siyah renk almaları için, oksijen suyu bastırıyorlar.
Zagora’nın buğulu kadınlarının ardından sıra geliyor bölgenin mavi türbanlı göçebe erkekleri ile tanışmaya ; yani Tuareg’lerle...
Tuareg’leri ziyaret etmek için yanımıza bizi gün boyunca idare edecek kadar yemek, şişe şişe su alıyor ve klimalı bir jip kiralıyoruz. Çöle develerle gezi düzenlendiğini ve turistler arasında çok popüler olduğunu duysam ve bu seçeneğe karşılık ağzımın suyu aksa da, sıcağa o kadar uzun süre dayanamayacağımı düşündüğümden kalkışmıyorum bile.
Çöl önümüzde uçsuz bucaksız uzanıyor. Birkaç dakika sonra ise palmiye ağaçları seyrelmeye başlıyor, ardından tamamen kuma dönüşüyor oluyor. Her taraf boylu boyunca kum ve kum tepecikleri. Bazen bir hiçliğin ortasında olduğumuzu düşünüp ‘araba bozulursa burada ne yaparız’ gibi korkular yaşıyorum. Birkaç saat süren ve kum dışında etrafta bakacak bir şey olmadığından epey sıkıldığımı düşündüğüm bir anda, tek tük birkaç deve görüyoruz. Develere güden sevimli on yaşlarındaki çocuk, az ileride Tuareg’leri bulabileceğimizi söylüyor. Gerçekten de az sonra ileride koyu gri renk battaniyeden yapımlı tek bir çadır görüyoruz. Ben tuareglerin bir arada yaşadığını, en az on on-on beş çadırdan oluşan bir kabile olduklarını ve develeri güderek onlarla birlikte kervan halinde göç ettiklerini düşünürdüm. Oysa Fas’ın Zagora bölgesinde durum öyle değilmiş.
VE MARAKEŞ
Çölden sonra sıra geldi ‘Fas’ın en Fas gibi olan yeri’ olarak tanımlanan Marakesh’e gitmeye… Binaların çoğu kızıl-kahverengi ve topraktan yapılmış gibi görünüyor. Görünce şöyle bir ‘peh’ diyebilirsiniz… Ama bu binaların içi, süper lüks beş yıldızlı oteller veya restoranlar çıkabiliyor. Bu şehre ayak basar basmaz herkesin bavulları odaya bırakıp ilk gittikleri yer ise Djema El Fna; burası dev bir meydan ve içinde, yılan oynatıcılarından, rengarenk giyinmiş su satıcılarına, falcılardan büyücülere kadar aklınıza gelen her şeyin olduğu bir meydan! Akşam oluncaysa, sıra sıra yemek stantları kuruluyor ve bacalı tabaklarda pişirilen geleneksel Tajin yemeği başta olmak üzere birbirinden geleneksel tatlar pişiyor. Pazarda Fas’tan en çok satın almak istediğim iki şeyi de buluyorum: Tuareg’lerin gümüş tılsımları (boyuna takılıyor) ve onların mavi türbanları… Gece ise atlı arabaya binip, kızıl şehrin havasını içime çekiyorum
Filmlerdeki Fas ve karşılaştığım Fas birbirlerini hiç hayal kırıklığına uğratması. Anladım ki Fas hiç değişmeyecek ve ona gidenlere hep sunacak bir hayali olacak.