• $32,3808
  • 35,0026
  • 2326.12
  • 9074.37
15 Mart 2015 Pazar 02:00 | Son Güncelleme:

Misyonum risk almak

Misyonum risk almak

Türk sinemasının en çok izlenen filmlerine imza atan yönetmen Ömer Faruk Sorak, yeni filmi 8 Saniye ile yine gündemde. Usta yönetmenle Almanya’da yaşayan Esra İnal’ın ilginç hikâyesinden esinlenerek çektiği 8 Saniye’yi konuşmak üzere buluştuk.

“Türk sinemasında Ömer Faruk Sorak denilince akla ne gelir?” diye sorduk. “Olur mu canım, yapılır mı bu, deli misin sen?” denilen ne varsa onu denedim. Düşünsenize dünyada insanlar bir şeylerin yenilebilir olduğunu keşfedene kadar neleri yediler ve öldüler kim bilir? Riske girmeyi hep çok sevdim.  “Ömer yaptı ve bu bizim için risk olmaktan çıktı, biz de yapabiliriz” demelerini sağlayacak işlere imza atmak benim misyonum belki de” diyor. 

ARZU AKYOL
arzu.akyol@aksam.com.tr

“8 Saniye”nin filmografinizde nasıl bir yeri olacak?
Benim için 8 Saniye’nin iki boyutu var. Bir yönetmen Ömer Faruk Sorak var bir de filmi izlemiş ve öğrendikleriyle hayatına yeniden yön vermiş bir Ömer var. Bu filmi içinde olmak ikisi için de çok değerli sonuçlar çıkardı. En önemlisi bu filmle insanlara tavsiye ettiğimiz şeyleri elimden geldiğince kendi hayatımda uygulamak için söz verdim kendime. 

Nedir o sözler?
8 Saniye herkes için “Aynada kendisiyle yüzleşme” filmi. Filmin en önemli metaforu ayna. Film ağlayan Esra bebeğin ayna karşısında kendisini görünce susmasıyla başlıyor ve yetişkin bir kadın olan Esra’nın çektiğini düşündüğü bütün acıların aslında kendi kararlarında yattığını fark edip kendisine yine ayna karşısında, “Artık sen bana emanetsin” sözünü vermesiyle bitiyor. Bu sayede ben de kendimle yüzleşme şansı yakaladım. “Ömer bir dön de kendine bak” deme fırsatı verdi bana bu film.

O zaman Esra’nın hikâyesi size affetmeyi ve sevmeyi öğretti belki de...
Aynen öyle! Öncelikle de kendimi affetmeyi...

Yönetmen Ömer Faruk Sorak olarak peki?
Birey olarak bende yarattığı bu etkiyi filmi izleyen bir kişi üzerinde bile bırakabilirsem ne mutlu bana... 
Ayrıca bundan sonra yapacağım sıra dışı işlerle ilgili heyecanımı ve motivasyonumu ikiye katladı 8 Saniye. 

Ömer Faruk Sorak sinemasının bir söz söyleme derdi var mı?
Tabii ki... Yaşadığınız her ana ve duruma ilişkin söyleyecek söze sahip olmanız çok değerli. Bunu yaptığınız işe yansıtmayı da “sanat toplum içindir” diyen tarafı temsil ettiğim için önemsiyorum. “Türk halkı ne anlar”, “Türk halkını ya ağlatacaksın ya oynatacaksın” gibi kendi halkını aşağılayan ve tırnak içinde cahil olduğunu baştan kabul edip işi nabza göre şerbet üzerinden ticaretlendiren  bir zihniyetin temsilcisi olmak istemiyorum. Ben yaptıklarımla daha iyiyi daha iyiyi isteyen bir seyirci profiline katkıda bulunmak istiyorum. Ayrıca evrensel bir iş yapıyoruz. Filmlerimizle dünyanın her yerinde insanların kalbine dokunmak istiyoruz. 

8 Saniye’nin evrensel hedefleri de var o halde?
Olmaz olur mu! İnşallah mayıs ayı gibi dünyada vizyona girecek ve ben filmin dünyadaki yankıları üzerinden Türkiye’de bir kez daha değer bulacağına inanıyorum. 

Peki, genel olarak baktığımızda Ömer Faruk Sorak sineması, Türk sinemasına ne kattı?
Ben işimde hep denenmemişi denemekten yana kullandım tercihimi. “Ömer” denilince akla önce bu gelir sanırım.  “Olur mu canım, yapılır mı bu şimdi, deli misin sen ?” denilen ne varsa onu denedim. Sonra da “Benim Türk 
Sineması’ndaki yerim galiba bu” diye düşündüm. Düşünsenize dünyada insanlar bir şeylerin yenilebilir olduğunu keşfedene kadar neleri yediler ve öldüler kim bilir? Dolayısıyla benim sektöre en büyük katkım “Ömer denedi, oldu; biz de yapabiliriz” dedirtmek. 

Siz zehirlenip ölmekten korkmuyor musunuz?
Yok, hayır. Riske girmeyi hep çok sevdim. “Ömer yaptı ve bu bizim için risk olmaktan çıktı, biz de yapabiliriz” demelerini sağlayacak işlere imza atmak benim misyonum belki de.

ESRA PEK ÇOK OYUNCUDAN İYİ

Esra’yı nasıl buldunuz?
Aklımızda bir film hikâyesi vardı. Sıradan bir hayat yaşayan ve günlük yaşamında hiç fark edilmeyen bir genç kız rüyalarında birine âşık oluyor. Bu yüzden hep rüyalarda yaşamayı, dolayısıyla hep uyumayı tercih ediyor ve rüyasına kaldığı yerden devam edebiliyor. Bir arkadaşımız “Bu olayı bire bir yaşayan bir arkadaşım var. İsterseniz tanıştırayım sizi” dedi. Biz sonra rüyaya kaldığı yerden devam edebilmenin bilimsel bir adı olduğunu, buna Lucid Dream (rüya kontrolü) dendiğini öğrendik. Büyük bir heyecanla, “Nasıl oluyor da bu insanlar rüyalarına kaldıkları yerden devam ediyorlar, orada bir paralel hayat kurabiliyorlar” merakıyla gittik ama Esra’nın hikâyesi bize rüyayı unutturdu. Özellikle bir kadın figürü olarak verdiği mücadelenin, şu sıralar özellikle toplum olarak çok canımızı yakan kadın meselesi üzerine anlatılabilecek çok özel bir hikâye olduğunu gördük ve ona yoğunlaştık. 

Filmle ilgili “bir kadın hikâyesi” değerlendirmelerine katılıyorsunuz o halde...
Kesinlikle. Daha doğrusu bir insan hikâyesi bu... Kadının “Ya bana kadın kadın deyip durmayın arkadaş, ben insanım. Beni ‘Kadın’ parantezine alıp başıboş bırakıldığında başına iş açan, günah işlemeye meyilli bir varlık olarak görüp sınırlarla çevirmeyin” demesinin hikâyesi. Film yoluyla bir farkındalık anı yaratabilmek istedim. Bir kişi bile yaşasa bu farkındalık anını bu çok güzel. 

O zaman oldukça önemli bir misyonu var...
Aynen öyle... Hani damlayla kullanılan ilaçlar vardır ya, bir bardak suya bir damla damlatırsınız ve o damla 
sizi iyileştirir. İşte bu film o damlanın yarattığı etkiyi yaratacak. 

Peki, o damla hangi hastalığımızı iyileştirecek?
Affetmeye kendimizden başlamanın önemine vurgu yapan aynada yüzleşme anı çok önemli. Önce kendini sonra hayatında en az birini affetmek...

Esra size gerçek hikâyesini emanet etti. Bu aslında çıplak kalmak gibi bir şey. Nasıl ikna ettiniz onu?
Aslında o kadar da değil. Üç sebeple değil. Bir tanesi Esra’nın rüyaları... Rüyaya gerçek hikâye demek anlamsız. İkincisi hikâyenin içindeki birçok karakteri değiştirdik, bazı karakterleri birleştirdik. Üçüncüsü seyirlik zevki yüksek olan bir filme ulaşmak için bazı değişiklikler yaptık. Yani bu Esra’nın gerçek hikâyesi değil onun hikâyesinden esinlenilerek yapılmış bir film. 
Kendisi oyuncu değil. 

Kalktı mı bu işin altından sizce?
Tanıdığımız birçok oyuncu kadar ve hatta çoğundan çok daha iyi performans sergiledi. Esra’nın hamurunda oyunculuk var. Bence hem Türk sineması hem Avrupa sineması ve hatta dünya sineması Esra’yla tanışacak. Ayrıca bu filmin hem oyuncusu hem senaristi oldu. Yani hem iyi bir oyuncu hem de senarist kazanmış olduk.  

ONLAR BENDEN ÖNCE KAHRAMAN OLMUŞTU

Vizontele, Gora, Yahşi Batı... Çok ses getiren çok izlenen filmler ama yönetmen siz olduğunuz halde Yılmaz Erdoğan ya da Cem Yılmaz’ın isimleriyle anılıyor. Siz de bu işleri “Başkalarının işi gibi mi görüyorsunuz?
Hayır... Tıpkı Dede Korkut hikâyeleri gibi kahramanlık yapmadan bir adınız olmuyor. Bu bahsettiğiniz işlerde birlikte çalıştığım arkadaşlarım benden çok önce kahraman olmuşlardı. 

İşlerin onlarla anılması son derece doğaldı. Hiçbir zaman “Başkalarının işini yapıyorum” gibi hissetmedim. Hikâyeyi yazmak ve anlatmak tabii ki çok değerli ama yazmadan da anlatabilmek yönetmenliğin tarifi aslında. Bundan sonra da başkalarının yazdığı işleri yönetebilirim. 

Haksızlığa uğramış gibi hissetmiyorsunuz yani...
Hayır hayır; hiç öyle bakmıyorum. Hayatımda Vizontele olmasaydı Gora olmazdı; Gora olmasaydı Sınav olmazdı; Sınav olmasaydı Yahşi Batı olmazdı; Yahşi Batı olmasaydı Aşk Tesadüfleri Sever olmazdı; Aşk Tesadüfleri Sever olmasaydı 8 Saniye olmazdı. Her işim bir sonraki işimi yaptıracak cesareti verdi. Dolayısıyla o işin içinde var olan herkesin benim hayatımda önemli bir yeri var. Yani Yılmaz’ın da Cem’in de hayatımdaki önemi büyük.  Yılmaz da Cem de aynı zamanda kamera önü insanları ve öyle davranmak zorundalar. Ben kamera arkasındayım ve durduğum yerin “Ben var ya ben” denilecek bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Yaptığım işle Küba’da Japonya’da bir festivalde “O filmi yapan arkadaş bu değil mi?” denmesi çok daha değerli benim için. Ne kadar ömrüm var bilmiyorum ama kalan kısmını buna harcamak istiyorum. 

EN ÖNEMLİSİ SAMİMİYET

“Babacan” diyorlar sizin için. Doğru mu?
Yönetmenler için genelde “Asabidir, astığı astık kestiği kestiktir” gibi algılar var. Ben hiç öyle biri olmadım. Böyle yapanların da ya birtakım eksiklikleri ya da tedaviye ihtiyaçları vardır. Ben yönetmenim diye sette bize çay ikram eden arkadaştan ne farkım olabilir? Yeter ki iyi niyet suiistimal edilmesin. Samimiyetsiz olmayan herkes için “babacan” da olurum “iyi kalpli insan” da... Ailemden gelen bir özellik bu ve her şeye rağmen öyle kalmaya da özen gösteriyorum. 

Aile demişken nasıl bir ailede büyüdünüz siz?
Erzincanlıyım. Ankara’da doğdum. Annem memur, babam inşaat teknikeriydi. Tipik bir orta direk ailesiydik ama manevi olarak çok zengin bir ortamda büyüdüm. Büyük anneler, büyük babalar... “Geniş aile” denir ya öyle... Mesela babamın teyzesi bizimle yaşardı ve ondan dinlediğim hikâyelerin sayısını hatırlamıyorum bile. Ama her hikâyenin bugün yaptığım işte ve hayatımda o kadar önemli bir yeri var ki bunu görüyor ve çok şaşırıyorum. 

HEP ARANAN ADAM OLDUM

Siz müzik videoları çekerek başladınız bu işlere. Film piyasasına geçerken zorlandınız mı? Ciddiye alınmamak gibi durumlar oldu mu?
Yoook. Ben hiçbir zaman “Abi bana orada iş var mı” diyen biri olmadım. “Gel bu işi birlikte yapalım” diye aranılan bir adam oldum hep.  Daha çocukken hiçbir zaman kimsenin kapısına gidip “İş var mı?” demeyeceğime karar vermiştim. "Olmak istediğim yerle ilgili teklif zaten kendiliğinden gelecek” demiştim. Zaten “Büyüyünce yönetmen olacağım” cümlesini söylediğimde sanıyorum orta birde falandım. 

Yönetmen olmayı istemek için oldukça erken bir yaş...
Bunu isteme nedenim mahalledeki fotoğrafçı Cumali abimizdi. Onun çektiği fotoğrafların kartın üzerinde pozlandığını görmek bende fotoroman yapma merakına dönüştü. Yazısız fotoromanlar yapıyordum. Etrafımdakiler “Bu çocuk galiba büyüyünce rejisör olacak” demeye başladı.

Peki, nasıl bir yol izlediniz?
Karar verdikten sonra baktım bu bir tren. Makiniste hemen “Sen in, ben bineceğim” denmez. Arkadaki vagonlardan binmek lazım. Hedefime en yakın vagon neresi? Görüntü yönetmenliği ya da kameramanlık. Ben de TRT’de kameraman olarak başladım. İşimde çok titizdim ama. Çektiğim görüntüyü montaja hatta yayına çıkıncaya kadar takip ederdim. Çektiğim görüntünün neresini değerli buluyorlar neresini atıyorlar, bakardım.  1995 yılında TRT’den ayrılıp İstanbul’a geldim. Serbest kameraman olarak çalışmaya başladım. Önce müzik videolarında kameramanlık yaptım. Sonra “Zaten sen çekiyorsun, yönetir misin” dediler. “Denerim” dedim, oldu. Sonra “Reklam çeker misin?” dediler. O da oldu. Bütün bunlar beni film çekmeye götürdü. TRT’de kameraman olmanın ciddi bir artısı var. Memleketi üçer 
dörder kere dolaştım.  İnsan tanımak, insan seviyor olmak ve insanlar tarafından seviliyor olmak çok değerli. 
Sevginin açamayacağı kapı yok çünkü. 

Tam 1,5 milyar... Dış kaynak akışı bu yıl da hız kesmedi
Tam 1,5 milyar... Dış kaynak akışı bu yıl da hız kesmedi

Tam 1,5 milyar... Dış kaynak akışı bu yıl da hız kesmedi

Bakan Uraloğlu tarih verdi: İki ili birbirine bağlayacağız
Bakan Uraloğlu tarih verdi: İki ili birbirine bağlayacağız

Bakan Uraloğlu tarih verdi: İki ili birbirine bağlayacağız

Murat Kurum, BAYKAR'ı ziyaret etti: Türkiye'nin geleceğine olan inancım arttı
Murat Kurum, BAYKAR'ı ziyaret etti: Türkiye'nin geleceğine olan inancım arttı

Murat Kurum, BAYKAR'ı ziyaret etti: Türkiye'nin geleceğine olan inancım arttı